ANILAR

Belgeler yok olunca tarih masala dönüşüyor. Başkalarının belgelerine gösterdigim saygıyı kendimle ilgili belgelere gösteremedim. Bir tarih olması gereken anılarım masala dönüştü.
 
 

BAYRAGIMIZ bir DİNİ SİMGE mi İÇERİYOR.?

Bayragımız:


 

Milli Marşımız:

İstiklal Marşı

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma , sakın.
Siper et gövdei, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden , İlahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal!

MEHMET AKİF ERSOY

* * *

TBMMínce kabul tarihi : 12 Mart 1921
Beste : Osman Zeki ÜNGÖR
Bestenin Milli Marş oluşu : 1930

* * *







Yıl 2007 Mayıs ayı. Yine bayraklarımızı ve pankartlarımızı alıp meydanlara döküldük; bagrışıp duruyoruz. Biz, bizi iyi görüyoruz da acaba, televizyonlarında bu meydan mitinglerini seyreden dünya bizi nasıl görüyor. İnternet'te biraz gezindikten sonra, dünyanın bize bakışında, bizi tanıdıgından bu yana pek bir şeyin degişmedigini gördüm. Ben, bu münasebetle, Türkiye meraklısı bir yabancı dostumun, hala hayattaysa ve bizi merak ediyorsa, çeyrek yüzyıl önce, bizi bir zamanlar nasıl gördügünü anlatayım dedim:

1980 öncesi yıllarda, fakültede aynı odayı paylaştıgım Jacques Villeneuve adında bir Fransalıca (Fransızca) okutmanı vardı. Bu oda arkadaşım, bir ara Türkiyelice (Ölçünlü Türkiye Türkçesi) ögrenmeye de merak sarmıştı. Zaman zaman aramızda kültürel ve dilsel (linguistique) özelliklerimizi  konu eder tartışırdık. Bir keresinde, okudugum Fransalıca bir yazıda, elimdeki sözlüklerde bulamadıgım, Fransa[lıların] bayragı anlamında, yanılmıyorsam "tricolore[s (?)]" gibi bir kelime geçmişti. Merak bu ya, Jacques'a bayraklarının renkleri ve şekliyle ilgili anlamını sordum. "Sen," dedi "sizin bayragınızın anlamını biliyor musun?". "Biliyorum." dedim ve bana ögrencilik yıllarımda ezberletilen, herkesin bildigi, bir savaşta dökülen kanlar, ayın hilal şeklinde doguşu, bir yıldızın yanına gelişi, birlikte kan gölü üzerinde aksedişleri ... hikayesini anlattım. "Bırak bunları. Bunlar masal (conte de fées).". Masamın üstündeki Fransalıca 'Petit Larousse' sözlügünü göstererek, "Larousse'u aç ve "croissant" (hilal) kelimesine bak." dedi. -- o zamanlar bugünkü 'internet' yoktu. iyi ki de yoktu.--... Açtım ve okumaya başladım. "Not al." dedi. "Unutursun.". Teferruatı "Geç, geç." diyerek aşagı yukarı aşagıdaki notu bana aldırdı:

"CROISSANT   n. m. ... // Symbole des musulmans, et en particulier des Turcs [musulmans]." (HİLAL e. i. ... // Müslümanların simgesi, ve özel olarak [müslüman] Türklerin simgesi) (Petit Larousse, 1960)

"Şimdi "étoile" (yıldız) kelimesine de bak ve onu da not al." dedi. Aynı şekilde dedigini yaptım.

"ÉTOILE    n. f. ... // Puissance ... // Artiste célèbre au théâtre, au cinéma.// ..." (YILDIZ d. i. ... // Güç / Kuvvet / Kudret / İktidar ... // Ünlü tiyatro, sinema oyuncusu.// ... ) (Petit Larousse, 1960)

"Benden bu kadar; bu iki kelimeyi daha iyi anlamak için, başka anlamını ögrenmege ihtiyaç duydugun kelimeler varsa onlara da bak.". Aşagıdaki "symbole" ve "musulman" kelimelerine de iş olsun diye baktım:

"SYMBOLE   n. m. (gr. sumbolon, signe). Etre ou objet qui représente une chose abstraite, ..." (SİMGE e. i. (gr. sumbolon, im / işaret). Soyut bir şeyi temsil eden varlık ve ya nesne, ...) (Petit Larousse, 1960)

"MUSULMAN, E   adj. Qui concerne l'islamisme : religion musulmane.// ..." (İSLAM sf. İslam diniyle ilgili, İslam dinine taalluk eden : islam dini.) (Petit Larousse, 1960)

"Tamam mı?" dedi. "Tamam." dedim. "Şimdi bu iki imin / işaretin anlamını birleştir. Bayragınız somut olarak "la Puissance de l'Islamisme" (İslamın Gücü / Kudreti) anlamını ifade etmektedir. İtiraz ettim: "la Puissance des Turcs (Türklerin Gücü / Kudreti) dedim. "Hayır, hayır." dedi. "Ön kapagın içine bak. Bayrakları göreceksin. Aynı "croissant" (hilal) ve "étoile" (yıldız); "Libye" (Libya), "Pakistan" (Pakistan) ve "Tunusie" (Tunus) bayraklarında da var. Bu ülkeler için ne diyeceksin? Bunların halkları da Türk mü? Ben söyleyeyim. Degil. Bunların sizinle tek ortak olan tarafı, halklarının çogunlugunun "musulmans" (müslümanlar) olması."

......

"Bu münasebetle şunu da söyleyeyim. Hani bir "Türkiye 'laïque''tir." lafını diline dolamışsın ya. Bu bayrak sizin bayragınız oldukça, sizin devletinizin "laïque" (laik) bir devlet olduguna sizden başka kimse inanmaz. Siz ne kadar "Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir." deseniz de, bayragınız bütün dünyaya aksini söylüyor: "Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devletidir. Hem de güçlü bir İslam devleti." diye bagırıyor." dedi.

"Dinle, Jacques," dedim. "Neredeyse iki yıldır burada gece gündüz beraberiz. Sen benim, namaz kıldıgımı, oruç tuttugumu, ve ya başka bir islami davranış sergiledigimi gördün mü?".

Sonra, önümde açık duran 'bayraklar' sayfasına bakıp üzerinde 'Haç' bulunduran  Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, İsveç, Norveç, İsviçre gibi ülkeleri sıraladım.

"Onların sizin gibi laik olmak iddiasında olduklarını nereden çıkarıyorsun? ... Dinle; yine konuyu saptırıyorsun." dedi. "Ben senin için bir şey demedim. İnsan "laïque" (laik) olmaz; "incroyant" (dinsiz), "athée" (tanrısız) olabilir, ama "laïque" (laik) olamaz. Ancak siyasi kurumlar, bu kurumların öngördügü davranışlar "laïque" (laik) olabilir. Ben siyasi bir kurum olan devletinizi, Türkiye Cumhuriyeti'ni kastettim. Sen anlaşılan bu kavramı da bilmiyorsun... Bunu ögrenmen için bu 'Larousse' yetmez; bir felsefe sözlügüne bakman gerekecek..."

Biraz düşündüm: Bu Jacques,  iyi ki yeteri kadar Türkçe bilmiyordu. Milli marşımıza da el atacak; orada geçen "hilal", "helal", "Hakk'a tapan", "iman", "şehit", "şüheda", "Huda", "İlahi", "namahrem", "ezan", "şahadet", "secde" gibi islami terminolojiye; laikligin, koptugu "Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal.", ve uçup gittigi "Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeli - Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli." dizelerine dikkatimi çekerek bunun da milli olmaktan çok dini bir marş oldugunu ileri sürecek; "laïque (laik)" bir devletimizin olmadıgını bana bilmem kaç kere daha isbat edecekti.

Hele, devletimizin, bir dini, bir mezhebi; bu dinle, bu mezheple ilgili başbakana baglı bir Diyanet İşleri Başkanlıgı; müftülükleri, müftüleri, imamları, hacıları, şehitleri, gazileri, malul gazileri, imam hatip okulları, camileri; radyolarında, televizyonlarında kutladıgı dini bayramları, dini törenleri; daha dini neleri neleri oldugunu bir bilseydi, "laïcité" (laiklik)'in "l"'sini bile zihnimden silip atardı...

......

Çok kez oldugu gibi yine konuyu saptırmış, kendi bayragımın anlamı konusunda yeni bir şeyler ögrenirken Fransa bayragının anlamını ögremek istedigimi unutmuştum. Hala da bilmem bu mavi, beyaz, kırmızı dikey şeritlerin anlamını. "liberté" (hürriyyet), "fraternité" (kardeşlik), "égalité" (eşitlik) üçlüsü olabilir mi? Hangisi hangisi ve neden? ... Felsefe sözlügüne bakmaya gelince, anladıgımla yetinip ona da bugüne kadar bu konuda bakmadım. Bana olan olmuştu. Özetle şunu ögrenmiştim: İnsan ya da birey oldugum için müslüman ya da başka bir dinin mensubu olabilirdim; tek başıma siyasi bir kurum olmadıgım için de laik olamazdım. Ancak siyasi kurumların laik olmalarını, laik davranmalarını isteyebilirdim. Tabii, gerçek laiklikin ne oldugunu bilebilirsem. Bu ülkede bir bilen varsa ve bana anlatırsa iyi olur. ... Nasılsa, o zamanlar bu konularda bir şeyler ögrenip sagda solda sarf etmeye kalksam dilime biber sürerlerdi. ... Bugün de sürmeyecekleri ne malum?...

===================

Bugün elimin altındaki birkaç sözlügü daha karıştırdım. Onlardaki «hilal» anlamındaki maddeleri de buraya alıyorum. Bu «hilal» kavramı, bugün için, dünyanın bizi bayragımızla nasıl tanıdıgının anahtarı. Bize "ılımlı İslam" sıfatını yakıştırmalarını anlayışla karşılamamız gerektigini kabul ediyorum. ... "hilal" kelimesinin başka dillerin basılı sözlüklerindeki karşılıklarını da bulup bana iletirseniz, memnun olurum; gerçi günümüzde internet varken basılı sözlüklere bakan benden başka da pek az kimse kaldı...  (3.5.2007) :

"cres·cent /`kresnt/ n ... // 2 (fig) faith and religion of Islam : the Cross (Christianity) and the Crescent. ..." (hilal /.../ i ... // 2 (mec) İslam inancı ve dini : Haç (Hristiyanlık) ve Hilal.[(Müslümanlık)] ...) (Oxford Advanced Learner's Dictionary of Current English, 1974)

===================

"crescent   sf. & is. ... // 4 hilal şeklinde simge : Türk ve İslâm âleminin simgesi, // ..." (Hâmit ATALAY; İngilizce-Türkçe Sözlük, TDK, 1999)

===================

"cres.cent (kres'ınt) i., s. hilâl, yarımay; hilâl şeklinde âlamet veya şey; İslam âlemi; s. hilâl şeklinde büyümekte olan, gelişen. the Crescent Türk veya İslâm gücü." (İngilizce - Türkçe Redhouse Sözlügü ... , 1974)

===================
PS: Ayrıca, internet'e, Google, Yhoo, Alta Vista ... gibi arama motorlarına,  "hilal islam ... ", "croissant islam ... ", "crescent islam ... " gibi «hilal ve islam» kavramlarını çagrıştıran degişik dillerdeki anahtar kelimeleri girerek, bayragımızdaki hilalin islam dininin simgesi olduguna dair yüz milyonlarca kaynaga ulaşabilirsiniz...

* * *

* * *
 

BİZ NEYİZ?

Strasbourg'da Türkçe okutmanlıgı yaptıgım günlerde (1966-1968), bir aralar, akşama dogru son dersten çıkınca, bizim fakülte binasına yakın, ögrencilerin, genç ögretim üyelerinin ugradıgı bir kafeteryaya ugrayıp selfservisten ekpres bir kahve içmeyi neredeyse alışkanlık haline getirmiştim. Kahve içmekle kalmaz, sıramı beklerken, oturmak için bir yer ayarlarken, biraz da çenesi düşük oldugum için, her milletten insanın bulundugu bu mekanda, çevremdekilerle, çogu geçici arkadaşlıklar kurardım. Bir keresinde, yine kahve kuyrugunda beklerken, benim yaşlarımda, ya da biraz daha büyükçe, bana göre de oldukça iri yapılı bir İsviçreli gençle tanışmıştım. Kahvelerimizi aldıktan sonra, kalabalıkta oturmak için yer ararken bir köşede kaşılıklı oturabilecegimiz iki tabure ve bir masacık bulmuştuk. Tekrar birbirimizin gözleri içine bakarak birlikte yaptıgımız bir işi başarmış gibi gülüştük. Sıcak oldugu için yavaş yavaş yudumlamak zorunda oldugumuz kahvelerimizi içerken de artık iki ahbap gibi konuşuyorduk. Ögrenci olup olmadıgımı sordu. Türkçe okutmanı oldugumu, aynı zamanda "maîtrise" yapmakta oldugumu söyledim. Türkçeyi nerede ögrendigimi sordu. Türk oldugumu söyledim. Gülümsedi: "Türkleri biraz tanırım." dedi. Ben de gülümsedim: "Nasıl?" dedim. Türkiye'ye çok kısa da olsa birkaç turistik ziyarette de bulunmuştu. Bu defa ben ona yeniden sordum. İsviçreliydi, Hukuk Fakültesi'nde uluslararası hukuk alanında, benim pek anlamadıgım bir konuda, yanılmıyorsam Devlet Doktorası (Doctorat d'État) yapıyordu. "Ben İsviçre konusunda pek birşey bildigimi sanmıyorum. Ama önemli degil; ögrenmeyi isterim." dedim. Çok matrak bir çocuktu; beni de pek eglenceli buldugu belli oluyordu: "Ögretirim. Yeter ki sen iste." dedi. Bana "Sen" demişti... Kahvelerimiz bitmişti. Biraz daha havadan, sudan, çevreden konuşup yerlerimizi yeni gelenlere bıraktık. O akşam, kapı önünde, birbirimize, aradaki "tekrar" anlamına gelen ön-ek hecesini yutarak "Görüşmek üzere." diyip ayrıldık.

Bir kaç gün sonra yine karşılaştık; kuyrukta arkamda bitivermişti. Omuzuma dokundu; "Selam, ahbap!" dedi. Bir yarım tur dönüp "Selam!" dedim... Bu defa özellikle, benden çok o, birlikte olacagımız iki oturacak yer arıyorduk. Zor da olsa bulduk da... O zamanlar benim için çok tabii olan onun bazı Türkiye anıları, onun için çok komik ve eglenceliydi... Daha sonraları aralıklarla da olsa her karşılaştıgımızda da baş başa olmaktan hoşlanıyorduk... Bu karşılaşmalarımızdan birinde, bir ara fark ettim; farklı kültürlerin insanı olarak, biz biribirimizle düpe düz karşılıklı alay ediyor, egleniyorduk; ama biribirimize -daha çok onun tutumundan kaynaklandıgını sanıyorum.- kırılmıyorduk.

Bir keresinde, kafeteryaya yönelmiştim, gazete de satan bir "kiosque"'un önünden geçerken Strasbourg'da çıkan "Dernières Nouvelles ..." gazetesinin o günkü nüshasında koca koca puntolarla "İsviçre'de kadınlar da seçmek (voter = seçimlerde oy kullanmak) istiyor." mealinde bir başlık gördüm. Mal bulmuş magribi gibi çok sevindim. İçimden, o İsviçreli arkadaşım için "İnşallah gelmiştir." dedim ve bir nüsha aldım. Çantam elimde, gazete koltugumun altında kafeteryaya daldım. Kahve almak için kuyruga girerken gözüm etraftaydı. Evet, onu görmüştüm: "Ahhaa. İşte orada; ilk karşılaştıgımızda karşılıklı oturdugumuz köşede oturuyordu. Bir kitabı karıştırıyor olmalı. Yalnız da. Beni görmedi. Karşısındaki tabure de boş. Ah, bir de, kimse benden önce davranıp oraya oturmazsa, ben gider otururum. Ne iyi olur." diye aklımdan geçirdim. Önümdekiler kahvelerini alıp kuyruktan ayrıldıkça, gidip oraya oturacaklar diye içim içimi yiyordu. Neyse ki bu akşam daha yakında boş yerler vardı; kuyruktan çıkanlar oralara yöneliyorlardı. Sıram geldi; kahvemi kapıp oraya yöneldim. Masaya varınca "Selam ahbap!" dedim. Kitaptan başını kaldırdı, her zamanki müzip gülümsemesiyle: "Selam!" dedi. Önce sag elimdeki kahvemi masaya, sonra sol elimdeki çantamı sag elimle alıp yere koydum. Sol koltugumun altından çektigim gazeteyi önündeki kitabın üzerine yatırıp, selam verdigime göre sabahsız ve heyecanla "Al, al ve oku!" dedim. Baktı; güldü. "Biliyorum, iyi biliyorum." dedi. "Eski bir hikaye. Hep isterler. Bir gün olacak belki de.". Güldüm. "Olur, olacak." dedim. Şimdi eglenme sırası bendeydi; kendimden emindim: "Dinle. Benim ülkemde kadınlar sadece seçmekle kalmazlar; dilerlerse aday olup, seçilip millet vekili de olurlar. Hatta seçimle devlet başkanı bile olabilirler. Buna ne buyurursun?" dedim. "Sizin kadınlarınız bu hakkı almak için bizimkiler gibi çok ugraştılar mı? Ne dersin?" diye sordu. Büyük bir övünçle "Yoook." dedim, çok olaganmış gibi "Mustafa Kemal verdi." diye ekledim. Gözlerimin içine anlam veremedigim bir şekilde baktı ve hafif kıkırdayarak güldü. "Otur, otur, sakin ol, önce otur." diyip biraz durdu. "Bunu seninle tartışmayalım. Tamam; sakin ol ve kahveni iç." dedi. İçimde garip çelişkili bir duygu oluşmuştu. Sözlerimle onu alt ettigimi sanıyordum ama, bakışlarında kendimi alt edilmiş gibi hissediyordum. Aradan yıllar geçti; aklıma geldikçe o bakışları anlamaya çalıştım ve bir gün anladım da. O bakışlar bana "Sen seçmekten ve seçilmekten ne anlarsın, ahbap. Sana da bu hakları Mustafa Kemal'in verdigini biliyorum. Sen de ugraşmadan, hakketmeden kondun bunlara. Sen benim gözümde sevimli bir evcil hayvan gibisin. Bunlar senin için ne bir hak ne de bir vazifedir. Bir gün bir başkası çıkıp elinden alsa; niye alıyorsun diye sormak aklına bile gelmez... Hatta, gün gelir, nasıl işine yarayacagını bir türlü ögrenemedigin bu şeyden kurtulmak için davar sürüleri gibi meydanlara dökülenlerin arasında yerini alırsın." diyordu. O gün sevinçten gözlerimin ışıldayışını, bugün her hatırlayışımda elimde olmadan, beni hatırlıyordur diye yüzüm kızarır.

Şimdi olanlara bakınca, laiklik'imiz elimizden gidiyor vehmiyle, cumhuriyetimizden ve özellikle de kör topal yürütmeye çalıştıgımız demokrasimizden vaz geçme zamanının, bir kere daha geldigini görür gibi oluyorum. Bir kere daha meclisimiz kilitleniyor; bir kere daha birileri aba altından degneklerini gösteriyor. Bir kere daha, adını, belki de hiç kullanmadıgım için unuttugum bu İsviçreli'nin, başka bir konuşmamızda -(bu konuşmamızı, kısmet olursa başka bir yazının konusu yapmayı düşünüyorum)-, söyledigi: "Sizin gibi, halklar koyun sürüleri (troupeaux de moutons) gibidir; tek tek bireyler olarak uzlaşıp, zamanında millet olmanın yollarını keşfetmek yerine, sürü sahibi, sizi, kasaba devredinceye kadar çayırlarda toplanıp mele[şi]rsiniz. Aklınız, korkularınızı yenmege yetmedigi gibi, dünyaya,  genelde bir paranoyak şizofrenler toplulugu görüntüsü sergilediginizin bile farkında olamazsınız. Aslında, bu görüntü  degil, gerçektir de, ondan." sözleri geldi.

* * *

SEÇME ve YERLEŞTİRME

(Mayıs 2007). Emekli olmanın verdigi rahatlıkla, --dikkate almadıgım için olsa gerek-- günleri unutuyorum. Baharın gelişiyle günlük yürüyüşlerimi günün kavuşmasına yakın saatlere kaydırdım. Evden çıkıyorum; iki sokak yukarıdan sola dönüyorum; yokuşu çıkarken birkaç kedinin mekan tuttugu bir bahçenin önünde durup oynaşıp duran kedileri seyredip, onlarla biraz konuşup, biraz dinlendikten sonra da, yokuşu tamamlayıp Şili meydanından Kugulu kavşagına inip karşıya geçiyorum... Kugulu park, bildim bileli, küçük olmasına ragmen sevimli bir yer, ya da bana öyle geliyor; günün hemen her saati dinlenme fırsatı bulan insanlarla dolup taşıyor; orada oturacak boş bir bank bulmak kolay olmuyor... Birkaç gün önceydi, bankın birinde benim yaşlarımda tek başına oturan bir beyden müsaade isteyip yanına oturdum. Konuşmayı o başlattı: Ögretmen emeklisi oldugunu; doksanlı yıllarda emekli olup Ankara'ya yerleştigini; otuz yıldan fazla hizmet verdigini vs. anlattı. Sonra bana beni sordu. Ben de yetmiş yaşlarımda oldugumu; emekli oldugumu söyledim... İkimiz de 1937 dogumluyduk; o Sivas'ta, ben Erzurum'da dogmuştum. Nereden emekli oldugumu sordu: "Ayıptır söylemesi, ögretim üyesiydim. Atatürk Üniversitesi'nden 2001 yılının sonunda emekli oldum. Babam da ögretmendi... Havalar da ısınmaya başladı. Böyle giderse daha da ısınacak. Yaşlandım; ne soguga dayanabiliyorum, ne sıcaga... termostatım bozuldu." dedim. Güldü: "Yaaa öyle... Durup dururken de yine seçimi erkene aldılar. Kasımda, vaktinde olacak diye seviniyorduk... Bu memlekette vaktinde seçim yapıldıgını görmeye ömrümüz yetecek mi bilmiyorum. Temmuz'da, sıcaklarda bu iş nasıl olacak. Oglumun yazlıgında olacaktık; çoluk çocuk, torunlar... Olur mu bilmem. Siyasiler de, şimdiden birbirlerinin sırtına binip meclise girmek için numara üstüne numara çekiyorlar; birleşiyorlar, ayrılıyorlar, ad degiştiriyorlar... Biz onların yüzünden bu gidişle buraları mı bekleyecegiz agaların keyfi olsun diye; vatandaşı düşünen yok; aç mıdır, tok mudur; hasta mıdır, sag mıdır... " diye dert yandı. Kendisine hak verdim: "Evet, öyle; bizde hemen her seçimin arkasından, daha meclis açılır açılmaz erken seçim nagraları da atılmaya başlar ... Seçilmişler, bu sefer, bir devlet başkanı bile seçemediler. Gördük. Kim haklı kim haksız o bile belli degil. Ya dilimiz dogru dürüst anlaşılır bir kanun yapmaya yetersiz; ya, --yapılan kanunları denetleyen mahkemelerimiz de olduguna göre--, hukukçularımız dogru dürüst kanunların yapılmasını saglamaktan ya da yorumlamaktan aciz; anlaşılan, açık ve seçik anlaşılır bir kanun da yapamamışlar." dedim. "Hocam," dedi "siz üniversitede çalışmış birisiniz; neredeyse elli yıldan beri, adı degişse de işi degişmeyen bir kuruluşumuz var: öseyeme (ÖSYM). Bunun seçme ve yerleştirmelerinde bir yanlışlık, bir usulsüzlük görüldü mü? Siz işin içindeydiniz; ben işitmedim... Sınavlarında, zamanında biz de görev aldık. Sessiz, sakin, temiz yapılır; herkes yerini alır; sınav evrakı dagıtılır; vakti gelince, kitaplar da, kartlar da, ne varsa toplanır, paketlenir, merkeze gönderilir; bilgisayarlarda okunur; sonuç da ne çıkarsa herkes hakkına razı olur oturur. Sonra bu öseyeme (ÖSYM), bundan elli yıl önce, üniversitelere ögrenci seçmeden başladı ama, şimdi, çeşitli okullara ögrenci de seçiyor; ögretmen de seçiyor, memur da seçiyor, galiba üniversitelere asistan da seçiyormuş... Şimdi bir de devlet başkanımızı, meclisimizi seçse diyorum..."... Ne demek istedigini anlamıştım. Ben de günlerdir aynı şeyi düşünüyordum, ama ciddiyetten uzak olur diye dile getiremiyordum. Kendi kendime "Aklın yolu bir mi?" diye bir kez daha sordum. Devam etti: "Büyüklerimiz, bu sıcaklarda, bizi sandık başına götürüp istemedikleri yanlış adamları seçtirip sonra da olmadı, bir daha seçim diyeceklerine, bu işi öseyeme (ÖSYM)'ye yaptırıp saglama baglasalar; biz de kafamızı şu son vaktimizde çoluk cocugumuzla rahat rahat dinlesek daha iyi olmaz mı?..." diye uzun uzun anlattı. Kendisine hak verdim: "Belki inanmayacaksınız ama, ben de aynen sizin gibi düşünüyordum; ama, kimseye söylemeye cesaret edemiyordum." dedim... Vakit bir hayli ilerlemiş; hava kararmıştı. Birbirimizin adını sanını, adresini bile ögrenmeden vedalaştık. O Tunalı tarafına, ben Atatürk Bulvarı'na dogru ayrıldık. Yürüyüşümü Akay Kavşagı'ndan dönerek Güvenlik Caddesi'ndeki evimde tamamladım.

* * *

FRANSALICA KONUŞAN KANADALILAR

Birkaç yıl önceydi (2005 (?)). Adını tam hatırlayamadıgım bir "biennal" resim sergisini gezmek için İstanbul Sultanahmet'teki Yerebatan Sarayı'nda bilet kuyrugundaydık. önümde Fransalıca (Fransızca) konuşan genç bir çift vardı. Konuşmalarından iyi egitim görmüş bir Fransalı (Fransız) çift oldukları kanısına vardım. Bir ara nasıl olduysa erkek biraz geri çıkınca bana hafif dokundu ve durumu farkedince de benden Fransalıca olarak özür diledi. Anladım. Ben de Fransalıca olarak önemli olmadıgını söyledim ve konuşuk olsun diye "Fransalı mısınız?" diye sordum. "Hayır efendim; Quebec'liyiz. (Quebec+ois)" dedi. Sonra bende bekledigim cevabı alamadıgımın şaşkınlıgını görünce "Kanadalı'yız (canad[a]+ien)." diye ekledi. "Ama, Fransalıca konuşuyorsunuz?!" dedim. Kibarca: "Bunda şaşılacak ne var; hangi dilde konuşmamızı bekliyordunuz? Bu bizim dilimiz." dedi. Evet, Fransalı (Franç+ais[e]  >  Frans+ız = Fransa+lı) degillerdi. Birinci dilleri belli ki Fransalıca'ydı ([Language] français = Fransızca = Fransa+lı+ca). Ve Kanadalı'ydılar. Kanada'yı bilenler için de Quebec'liydiler.

* * *

CHIEN QUİ ABOIE NE MORD PAS

* * *

KÜRT SÖZÜ

Güzelce köyünde bulunan evcegimizin çatısı yagmur yagınca birkaç yerden akıtıyordu (2004). Bacanagımın tanıdıgı ve çok güvendigi ve evinin anahtarlarını kendisine verdigi -(kendi iznini alma imkanım olmadıgı için adını burda veremiyorum)- S.... adında Vanlı birisi vardı. Hatta evimize yerleşme hazırlıklarını yapmak üzere Güzelce'ye ilk gittigimizde, bitişikteki bacanagımın evini, bizim bir süre kalabilmemiz için eşine temizletmiş ve gidince de bizi karı-koca karşılamış, evimizin, bacanagımın kendisine emanet ettigi anahtarlarını, bize o teslim etmişti. İstanbul'da garip oldugumuzu, bir şeye ihtiyacımız olursa kendisini telefonla aramamızı da söylemişti...

Çatı akıtınca, onu arayıp uzaklardan getirtmektense, civardan bir usta bulmaya çalıştım. Gelenler, bakıyor, fiyatı konuşuyor. Anlaşıyoruz. Gün ve saat veriyorlar, ama yogun iş mevsimi oldugu için olsa gerek, bizi oyalayıp başka işlere gidiyorlardı. Hatta birisi malzeme alacagım -komşudan aldıgım merdiveni de begenmeyerek- merdiven de alacagım diye benden bir miktar para da almıştı. Ama bir daha kendisine ulaşamamıştım. Günler geçiyor, siteye, yönetimin yaz aylarında koydugu usta-işçi girişi yasagı yaklaşıyordu. Çaresiz, bacanagımın güvendigi bu Vanlı'ya telefon açtım... Gelecegini söyledi ve ertesi gün dedigi saatten önce de geldi. Durumu anlattım; komşudan ödünç aldıgım merdivenle çatıya çıktı, baktı, inceledi. Meger kendisinin asıl işlerinden biri buymuş. Kendi cep telefonundan birkaç yere telefon açtı. Konuşmasını anlamıyordum ama, cok kullandıgı "lera" kelimesinden fiyat ögrendigini tahmin ediyordum. Sonunda bir kagıt parçası çıkardı, bir iki toplama, çıkarma, çarpma işlemi yaptı ve bana bir fiyat söyledi. Daha önce pazarlık ettiklerimin verdikleri fiyatın neredeyse yarısını teklif ediyordu. İçimde bir güvensizlik başladı. Öbürleriyle olan durumu anlattım ve kendimi tutamadım: "Sakın sen de beni ötekiler gibi atlatma." dedim. Güldü: "Hocam" dedi "Ben Kürd'üm; Kürd sözü veriyorum. Biz yaparız dedik mi; yapamazsak ölürüz.". Öylesine içten "Kürd'üm" demişti ki; "Kürd'üm." derken adeta mutluluktan gözleri parlıyordu. Ama, dogrusu, Erzurum'dayken Kürtler hakkında iyi şeyler işitmemiş, kendilerine Kürt denilenlerle de dikkate deger bir temasım olmamıştı. Aklıma yakın çevremdekilerden işittigim "Kürt'ten evliya, koyma avluya...",  "Kürt ne bilir bayramı..." gibi aşagılayıcı sözler geliyordu. Sonra düşündüm. Araplar da bizim için "Etraki bi-idrak (akılsız-anlayışsız Türkler)" demiyorlar mıydı?!. "Hepimiz akılsız ve anlayışsızz mıyız?"; "degil. O halde...". Sonra "Peki" dedim. "Sana peşinat bir şey verecek miyim? Hani malzeme falan?..." diye sordum. "Yoook." dedi. "İşimi yapar, bitirir, begenirseniz, paramı alırım.". Ertesi gün yegeniyle gelip başlayacaklardı. "Güzel." dedim ve aklıma birden daha önce söz verip de gelmeyenlerden birinin çıkıp gelebilecegi geldi; takıldım. "Sen gittikten sonra ya bir başkasını bulup işi ona verirsem... Senin aldıgın malzeme elinde kalmaz mı?" dedim. Güldü. "Malzeme bir şey degil. Nasıl olsa bir yeri bulunur. Bir buraya gelip gitmişligimiz olur. Ona da canınız sag olsun." dedi; sonra bacanagımdan ötürü: "Ali (Acundaş) beyin, çok ekmegini yedim, çok iyligini gördüm; sizlere ne yapsam azdır." diye ekledi. Ertesi gün yine dedigi saatten önce yegeniyle birlikte geldi. Erken geldikleri için de özür diledi: "Bura İstanbul; belli olmaz; trafik ne tıkanır, bir şey olur; geç kalırız dedik."...  Arabadan diger malzeme, alet ve adavatla birlikte ambalajı açılmamış bir alüminyum merdiven de indirmişlerdi. Merdiveni kurup çatıya çıktılar. Yapılacak işleri, kendi dilinde, yegenine bir bir anlattı... Birkaç günde yegeni işi bitirdi... Yaptıklarını eşime anlattı ve bana gösterdi. İşi begendik. Ertesi gün dayısıyla birlikte geldi. Dayısı, beni çatıya buyur edip birkaç kova su dökerek yegeninin yaptıgı işi gözümün önünde bir de sınadı (test etti). Sonra begenip begenmedigimi sordu. Ben "Biz zaten dünden begendik." dedim. Eşyalarını toplayıp arabaya yüklediler. Paralarını ödedim. Baktım; merdiven katlanmış duvara dayalı duruyor. "Merdiveni almayı unuttunuz." dedim. Güldü. "Hocam" dedi "O da benden size ev hediyyesi. Bir şey olur; baca temizligi, anten manten... çatıya çıkmak istersiniz. Bu evlerde lazım olur dedim. Bulunsun." dedi.

Bir an aklım çocukluk yıllarıma gitti. İlk okulda, her sabah, ilk derse başlamadan önce "Türk'üm, dogruyum, çalışkanım ..." diye başlayan bir and içerdik. -Hala var mı? bilmiyorum.- Sınıfımızda şimdi adlarını hatırlayamadıgım -çocukluk hali biraz uzak durdugumuz- birkaç arkadaş vardı. Tenefüslerde, şimdi anladıgım kadarıyla milli duyguları o zaman bana göre biraz daha fazla gelişmiş bazı arkadaşlarımız, bu arkadaşları bir köşeye kıstırır; Erzurumluca:

-"Ulan, sen nasıl Türk olursun? Senin baban Kürt bilmem ne aga. Senin anan Türkçe de bilmiyor. Sen "dogru" da olamazsın. Dogruluk sende ne gezer." derlerdi.

Öbürü, Kürt oldugunu inkar etmese de:

-"Niye dogru olamayacak mışım?" diye sorar.

-"Yalan söylüyorsun da ondan." diye cevabını alırdı.

-"Ne yalanı? hangi yalanı söylemişim?"

-"Türk olmadıgın halde "Türküm." diyorsun ya. Bu yeter. Daha ne olsun."
...
Kırıntıları aklımda kalan bu ve benzeri kırıcı tartışmalar sürüp giderdi.

Şimdi, İstanbul'da, "Kürd'üm." demekle degil, Kürt olmakla övünen birisi, bana kendilerine "Kürt" diyenlerin de "dogru" olabilecegini; kendilerine "Kürt" diyenlere de güvenilebilecegini kanıtlıyordu.

=====================
 
 
 
 

TÜRK PARASI (1)

Yıl 1966, sonbahar. Strasbourg Üniversitesine Türkçe okutmanı olarak gidiyorum. Türk parasını koruma kanununun en sıkı uygulandıgı yıllar. Yurt dışına çıkan her T.C. yurttaşı yanında ancak 200 Amerikan doları vy karşılıgı döviz vy seyyahat çeki çıkarabiliyor; fazlası yok; fazlasına el konuluyor; ayrıca para ve hapis cezası da var; Türk parası çıkarmaksa kesin kes yasak. Benim resmi yollardan alınmış 200 dolarım; eşimin de yine aynı şekilde alınmış 200 dolar karşılıgı seyyahat çeki var. Bir turizm şirketinin otobüsüyle İstanbul'dan Münih'e, oradan da trenle Strasbourg'a gidecegiz. Otobüs Taksim'den sabah saat 8'de hareket edecek. Otobüse vaktinde binebilmek için bir gün önce Ankara'dan İstanbul'a gittik. Bir gece bir otelde kaldık. Ertesi gun saat 7'de otelin hesabını ödedim. 100 Tl.ndan biraz fazla paramız arttı. O zaman için bir memurun bahşiş olarak dagıtamayacagı kadar büyük bir para; o sıralar aylık kazancım 600 Tl. civarında. O saatte bir bankada hesap açtırıp yatırmak mümkün olmadıgı gibi alış veriş yapıp harcamak da mümkün degil. Parayı verecegimiz, emanet edecegimiz yakında tanıdık bir kimsemiz de yok. Düşündüm; yapılacak tek şeyin parayı pasaportumun arasına koymak olduguna karar verdim. Çıkışta sorduklarında gösterip durumu oldugu gibi anlatacak; yetkililere, bizi yolumuzdan alıkoymayın da ne yaparsanız yapın diyecektim. Otobüse bindik. Muavin geldi; biletleri ve pasaportları kontrol etti; durumu anlattım. Parayla ilgili bir şey söylemedi. Sadece Münih'e kadar bütün işlemleri kendilerinin yürütecegini bunun için de birazdan bütün yolcuların pasaportlarını toplayacagını söyledi. Yola çıktık. Kapıkuleye yaklaşırken muavin pasaportları topladı. Arasında para ile pasaportumu verdim. Yol boyunca durduk, kalktık; yemek ve dinlenme molaları verdik. Bir gece Belgrat'ta, bir gece Gratz'da kaldık ve üç günlük yolculuktan sonra Münih'te olduk. Muavin pasaportlarımızı dagıttı. Pasaportumun arasında 100 Tl. pasaportsuz ve düpe düz kaçak olarak yurt dışına çıkmıştı. Çok şükür, devletimizle başımız belaya girmeden sag salim insanın insan oldugunu hissetmege başladıgı bir ülkeye gelmiştik.
Bu 100 Tl.nı bir yıl kadar sakladık; zaman zaman bunu dönüşte memlekete nasıl sokacagımızı düşünüyorduk. Bir gün bir arkadaş geldi; memlekete dönüyordu. Tren mesai saati bitiminden sonra İstanbulda, Sirkeci garında olacaktı. Kendisini karşılamaya kimse gelemeyecekti; üzerinde Türk parası olmazsa, degil Ankara'ya gitmek İstanbul içinde bir otele gitmek bile bir mesele olacaktı. Hemen 100 Tl.mız aklımıza geldi. Getirdik kendisine verdik. Böylece kaçak 100 Tl.mız eve döndü.
Aradan bir yıl daha geçti; biz dönüyoruz. Tren yine mesai saati bittikten sonra İstanbul'da olacak. Avrupa'da dolar, mark, frank, hatta söylendigine göre Tl. farketmiyor; degil taşımak, alış veriş bile yapıyoruz. Ama, Türkiye, ülkemiz, öyle mi, T.C. vatandaşları olarak Türk parası dışında para kullanmamız şiddetle yasak. İstanbul'a inince dövizlerimizi pasaportlarımıza işletecegiz. Sonra hepsini vy ihtiyacımız ölçüsünde bir kısmını devletin uygun gördügü bir bankada bozdurabilecegiz. Söylentiye göre, devlet döviz kaçakçılarını yakalamak için polislerini kaçak döviz alıcısı kılıgına sokmuş. Yanınıza yaklaşıp alçak sesle "dolar, mark, frank bozulur." diyorlarmış. İnanıp, devletten kaçırdıgınız dövizi bozdurmaya kalkarsanız, hemen üniformalı bir kaç polis yetişip alıcıyı da satıcıyı da suç üstü yakalıyor. Sonrası  görevli polis yine görevinin başına, siz içeriye...
Tren Sirkeci garına girdi. Gümrüge geldik. Her şeyi beyan ediyoruz; bir curcuna. Çogunun bir kaç parça eşyasına el konuluyor. Bu arada bizim de iki yıl boyunca araştırmamızla ilgili metinleri yazıya geçirmek için döve döve kullandıımız bir teybimize fişi temiz duruyor demek ki hiç kullanılmamış oldugu bahanesiyle el konuldu. Dövizlerimiz de bir güzel pasaportumuza işlendi. Gümrükten çıktık. Döviz bozduracagız, bildigimiz gibi açık banka yok; ancak, dedikleri gibi, bozmak için etrafımızda dolaşanlar da çok. Ama nasıl güvenecegiz. Nihayet nasılsa yanında Türk parası bulunduran bir işçi halimizden anladı. Ben, dedi, şimdi Ankara'ya gidiyorum. Anladıgıma göre siz de Ankara'ya gideceksiniz. Sizin biletlerinizi de ben alayım. Size adresimi veririm. Paranızı bozdurunca gönderirsiniz. Bunun bir tehlikesi yoktu. Razı olduk; kendisine teşekkür edip kabul ettik. Biletlerimizi aldı; Ankara'ya geldik. Daha sonra, usulüne uygun olarak Merkez Bankası'nda döviz bozdurup borcumuzu gönderdik.

TÜRK PARASI (2)

"Erzurum İli Agızları" adlı kitabım Atatürk Üniversitesi Matbaasında basılıyor. 1970'li yılların son yarısı. Metin ve örneklerin Uluslar Arası Transkripsiyon Alfabesi (IPhA) ile basılmasını istiyorum. Üniversitenin matbaası modern bir matbaa sayılıyor; monotip dizgi yapılıyor. Yeter ki matrisi olsun; akla gelebilecek her alfabeyle yazı dizip basmak mümkün görülüyor. Kitabım evrensel bir standarda uygun olarak basılabilecek diye düşünüyorum. Her türlü hazırlıgımı ona göre yaptım. Matbaadan çagırdılar: "Hoca, bu harfler, işaretler matbaamızda yok. Bunları olanlarla degiştirirsen bu kitap basılabilir. Ya da İngiltereden matris getirtecegiz." dediler. Baktım, olanlar bir daktilo makinasının imkanlarını biraz aşıyor. Olacak şey degil. Matris getirtelim dedim. Yazışmalar başladı. Ben çalıştıgım bölüme gerekçeli bir dilekçe yazdım; bölüm başkanı dekanlıga; dekan rektörlüge; rektör matbaaya; matbaa rektörlüge... Yaklaşık altı yedi ay süren bir resmi yazı trafigidir başladı. Gencim; işin peşini bırakmıyorum; bıraksam belki altı yedi yıl da sonuçlanamayacak. Nihayet, İngilteredeki matris üreticisi firmaya istek ulaştırıldı. Bir ay içinde firmanın cevabı ve proforma faturası geldi. Ödemeyi yaparsak matrisleri göndereceklerini yazmışlar. Ödenecek para pek büyük degil; altmış yetmiş sterlin kadar bir şey. Ancak, ödenek yok. Parayı ben vereyim diyorum. Türk parasını koruma kanunu... Kanunlara göre olmaz diyorlar. Üniversiteye bagış yapayım; üniversite ödesin. Üniversite aldıgı bagışla da ödeyemez. Peki ben dogrudan firmaya parayı transfer ettireyim. Ettiremezsin; sen matbaacı degilsin; matris getirtemezsin. Erzurum'da bir matbaa ile anlaşalım onlar getirtip bize versinler. Erzurum'da monotip matbaa yok; getirtemezler... "Şimdi düşünüyorum da; nerelerden nerelere geldik: Bu gün olsa yerimden kalkmadan internet üzerinden siparişimi verir; en geç üç beş gün içinde de matrisleri getirtmiş olurdum. Hatta buna da gerek yok; gerekirse olmayan fontları da kendim yapar; bilgisayarımda düzenler; fotoofset basın derdim. Arap harflerini bile dizememişlerdi; daktiloda yazıp klişe yaptırarak zar zor metnin içine gömmüştük." Peki, imkanımız yok; Tarih Kurumu Matbaasında basılsın diye bir yazı yazın. Olamaz; imkanımız var; yazamayız. Bastırmaktan vaz geçiyorum. Karar alınmış; yayın numarası verilmiş; basacagız. Bu böyle basılırsa üniversitemize yakışır bir yayım olmaz. Olur, olmaz o bizi ilgilendirmez; bu kitabı bizim imkanlarımıza uygun hale getirin basalım; yoksa biz getirir basarız. Ama üstünde adım olacak. O bizi ilgilendirmez. Matbaa müdürü ilkokuldan arkadaşım. Emi, ne yapacagız dedim. Yapılacak bir şey yok dedi; biraz sen, biraz biz bir şeyler yapalım, basalım gitsin dedi ve benim "Erzurum İli Agızları" adlı kitabım böyle, ülkemizdeki diger emsalleri gibi standart dışı basıldı. Erzurum İli Agızları daha sonra bir kere daha TDK tarafından basıldı. Ama, artık o şevkim, o hevesim, özellikle o enerjim kalmamıştı. Yeniden düzenlemeyi göze alamadım. Bütün eksik ve yanlışlarıyla ilk baskısının tıpkıbasımı olarak çıktı.

TÜRK PARASI (3)

1970'li yıllar. Bazı slayt filmlerinin banyo ve çerçeveleme giderleri film fiyatına dahil olarak satılıyor ve müşteri slaytlarını çektikten sonra, film kutusundan çıkan özel pakete kendi adresini yazıp filmi koyarak ilgili firmaya gönderiyor; firma da banyo ve çerçeveleme işlemlerini tamamladıktan sonra yine bir paket içerisinde slaytları müşterilerine gönderiyordu. Aldıgım böyle bir filmi çekimlerimi bitirdikten sonra Almanya'daki firmasına gönderdim. Slaytlarım kısa sürede geldi. Ancak paketin içinden bir not ve bir de fatura çıktı. Not da Türkiye ile olan gümrükle ilgili bir işlemden dolayı bir miktar daha para ödemem gerektigi yazıyordu. Gönderecegim paranın gönderme masrafı belki kendisinden de fazla olacaktı ama göndermek istiyordum. Erzurumdaki bankalara, hatta Merkez Bankasının Erzurum Şubesine bile ugradım; durumu anlattım. Böyle bir transferi yapmalarının mümkün olmadıgını söylediler. Gerçi, Almanyada çalışan bir işçinin buradaki bir yakınına parayı verip orada ilgili firmaya benim adıma ödemeyi yaptırmam mümkündü ama karşılaştıgım bazı olaylar bu yöntemin bana güvensizligini ögretmişti. En iyisi bir miktar Alman markı alıp bir mektupla birlikte bir zarfa koyup Almanyadaki firmaya göndermekti. Ancak bu iş de posta ve Türk parasını koruma kanunlarına aykırıydı. Sonra ögrendim ki, postananelerde posta pulu karşılıgı kullanılacak kartlar satılıyordu. O kartlardan yeteri kadar alıp bir de özür mektubu yazıp bir zarfa koyarak firmanın adresine yolladım. Bölece slayt çekme merakıma da bir son vermiş oldum.

TÜRK PARASI (4)

Egitim sistemimiz bir yaz boz tahtasıdır. 1970'li yıllarda orta ögretimde yabancı dil ögretiminde, önceleri amaçlanan, okudugunu anlamak ve ardından düşündügünü yazılı olarak anlatmak yöntemleri yerine artık yabancı dili konuşturmayı amaçlayan işitsel-görsel (audiovisuel) yöntemleri denemeye başlamıştı. Ders kitapları dışında bütün ders araçları ülkemizde imal edilmedikleri için ithal edilmek zorundaydı. Yabancı dil ögretmenlerinin birçogu teyp gibi, kaset bant gibi bu ithal malzemeleri temin ederek yenilige ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Fransızca ögretmeni olan eşim de biri dışında gerekli malzemeyi temin etti. Temin edemedigi tek malzeme keçe tahtaya (tableau de feutre) karton figürleri geçici yapıştırmakta kullanılan papiefloke (papier flocqué) denilen pıtraklı kagıttı. Düşündük; bunu da Fransada bulunan bir arkadaşımıza ısmarladık. Bize bir tabaka bile fazla geliyordu ama bir paket pıtraklı kagıt Erzurum gümrügüne geldi. Paketi almaya gittik; gümrük müdürü getirte getirte böyle bir şey buldugumuz için sinirli. Gümrük vergisi ödememiz gerekiyor; ne kadar gümrük alacaklarını bilemiyorlar. Sonunda tuvalet kagıdı kadar bile üretim inceligi olmayan kagıdı lüks sayıp alış fiyatını katlayarak gümrük vergisi uyguladılar. Geri gönderecek halimiz yok; vergiyi ödedik; paketi aldık. Arkadaşa parasını gönderecegiz; parayı Frank vy Mark olarak  ödememizi istiyor. Bankalardan alamıyoruz; Türk parasını koruma kanunu engel. Almanyada çalışan işçilerle ilişkisi olan bir arkadaşın yardımıyla kaçak Markları zar zor temin edip borcumuzu ödedik.

BU FRANSIZCA DEGİL

Strasboug Üniversitesinde Türkçe okutmanıyım. 1960'lı yılların son yarısı; hatırladıgım kadarıyla Mayıs ayı ortaları, ögleden sonra. Eşimin Fransız arkadaşlarından biri, fakülteden tanıdıgımız bir profesörün hanımı, oglunu da alıp misafirlige gelmiş. İki hanım bir köşede havadan sudan, giyimden kuşamdan konuşuyorlar. Diger köşede ben, ertesi gün verecegim bir dersin hazırlıgını yapıyorum. Misafir hanımın altı yedi yaşlarındaki oglu ise ilgi istiyor. Annesi ve eşim sohbetle meşgul oldukları için, çocuk gidip gelip bana ilgili ilgisiz sorular soruyor; kendisiyle ilgilenmemi saglamaya çalışıyor. Nihayet, çalışmama ara verip kendisiyle ilgilenmeye koyuldum. Tabii Fransızca olarak, adını sordum; söyledi; okula gidip gitmedigini sordum; gittigini söyledi; okumasını bilip bilmedigini sordum; bildigini söyledi. Bunun üzerine o sırada elimin altında bulunan, Muharrem Ergin hocamızın Dil Bilgisi kitabını eline tutuşturdum ve "Seç bir yer, oku bakalım." dedim. Çocuk, kitabın önce kapagına baktı; sonra baştan birkaç sayfayı art arda dikkatli bir şekilde inceleyerek çevirdi; daha sonra rast gele fakat yine dikkatli bir şekilde kitabın diger sayfalarına da baktı; kitabı kapattı ve bu "Fransızca degil." deyip bana uzattı. Ben, bir yandan, beş on dakika da olsa bu afacan oglan çocugunu oyalamanın mutlulugunu yaşarken, öte yandan, annesi ve eşim kendisiyle ilgileninceye kadar ona arkadaşları, oynadıgı oyunlar, bildigi şarkılar ... konularında sorular sorarak onu oyalamamı sürdürdüm.
Bu olayı unutmuştum. Aradan zaman geçmiş Türkiyeye dönmüştük. Agustos sonları; ögleden sonra; yazın en sıcak günlerinden biri. Ev misafir dolu; mutfakta, terasta hanımlar, çocuklar koşuşturup duruyorlar; tam bir curcuna. Ben odalardan birine girmiş, kapıyı kapatmış, elimde Hervé Bazin'in "L'Huile sur le Feu" adlı romanı, vakit geçirmek için onu okumaya çalışıyorum. Birden kapı açıldı; altı yedi yaşlarında bir oglan çocugu içeri daldı. Beni görünce önce bir durakladı; sonra benim "Gel bakalım; senin adın ne?" demem üzerine yanıma geldi; adını söyledi; konuşmaya başladık. Çocukla ne konuşulur: okula gidip gitmedigini sordum; gittigini söyledi; okumasını bilip bilmedigini sordum; bildigini söyledi. Bunun üzerine o sırada elimde tuttugum, Hervé Bazin'in romanını eline tutuşturdum; "Al burdan oku bakalım." dedim. Gösterdigim yerden tereddütsüz hemen okumaya koyuldu. Fransızca metindeki harfleri Türkçedeki ses degerleriyle okumaya çalışıyor; Türkçede birlikte bulunmayan ünsüz ve ünlü gruplarını teleffuz etmek için kan ter içinde kalıyordu. "x" görünce burada bir çarpı var diyor; "qu"'yu "gu" olarak okuyor; aksan kesme gibi işaretleri ise hiç dikkate almıyordu. Hoşuma gitti; bir sayfayı baştan sona okumasını sabırla bekledim. Sonra teşekkür edip kitabı elinden aldım. İkimiz de mutluyduk. Ne anladıgını sormak aklımın ucundan bile geçmemişti. Başka konulara geçtik.
Aradan yıllar geçti; enformasyon teorisi üzerinde çalışıyor; Türkçeye bu teorinin penceresinden bakma ugraşı veriyordum. Zaman bir gün yukarıdaki iki paragrafta anlattıgım iki olayı birden ve birlikte bana hatırlattı. Gariptir: Fransadaki ögrencilerimin birçogu kendi dillerinden olan seyrek kullanımlı kelimeleri, konu icabı kullandıgım zaman, nasıl yazıldıgını ve ne anlama geldigini sorar; bazan ikna oluncaya kadar tartışır; ceplerinde, çantalarında taşıdıkları sözlüklere bakarlardı; hatta bazılarının günlerce sonra bir yanlışımı ya da eksigimi bana hatırlattıkları olurdu. Türkiyedeki ögrencilerim ise, bu hoca yalan mı söylüyor; yanlış mı söylüyor demeksizin bir vahiy katibi titizligiyle agzımdan çıkanı yazmaya çalışırlar; daha önce yaptıgım bir yanlış vy eksik için özür dileyip düzeltme vy tamamlama yaptıgımda, "Estagfurullah hocam; siz daha iyi bilirsiniz." diye cevap verirlerdi. Ögrencilerimden elinin altında sözlük bulunduranına ise hiç rastlamadım. Aslında ne bu amaçla yapılmış bir sözlügümüz; ne de böyle bir sözlügü gerektirecek egitim sistemimiz vardı. Bizim egitim sistemimiz bizi anlamadan okumaya ve giderek anlamadan dinlemeye alıştırıyor; ögretmiyor, ezberletiyordu. Böylece biz gördügümüz latin harfli her yazıyı anlamak zorunda oldugumuzu düşünmeksizin okuyabiliyor; anlamasak da işittigimiz her sözü yazabiliyor; okur yazar ve aydın oldugumuzu sanıyorduk. Gördügüm kadarıyla bugün de degişen bir şey yok. Türkçeyi anlamadan okuyup yazmak mümkün de İngilizce, Fransızca gibi dilleri anlamadan okuyup yazmak mümkün degil.

ŞOFÖR EHLİYETİ (1)

Yıl 1966; Galiba mayıs ayı başları. Şoför ehliyeti (Sürücü Belgesi) almak için, o zaman bu işle ilgilenen müdürlügün "her halde trafik vy kara yolları müdürlügü" Erzurumdaki bürosuna müracaat ettim. Hatırladıgım kadarıyla orada pek az sivil memur, çok sayıda polis vardı. Müdürlük, postahanenin arkasındaki, gecekondu bozması, koridorları dar, beş on basamaklı yıgma bir merdivenle çıkılan küçük bir binadaydı. Bana kalırsa bütün belgelerim tamamdı. Ancak ilgili memur dosyamı inceledi ve ilk okul diplomamın eksik oldugunu söyledi. Yeni bir kanun çıkmıştı ve bu kanun şoför adaylarının ilk okul mezunu olmasını şart koşuyordu. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde asistan (araştırma görevlisi) oldugumu ve bunu da üniversite rektörlügünden aldıgım bir yazıyla belgeledigimi söyleyip evrakım arasındaki belgeyi gösterdim. Memur belgeyi uzun uzun inceledi ve "Burada ilk okul mezunu oldugunuzu yazmıyor; olmaz." dedi. Açıkladım: "İlk okul mezunu olmasaydım orta okulda okuyamazdım, orta okul mezunu olmasaydım lisede okuyamazdım, lise mezunu olmasaydım üniversitede okuyamazdım, üniversite mezunu olmasaydım asistan olamazdım, asistan olmasaydım asistan olduguma dair bu belgeyi rektörlük bana vermezdi." dedim. Memur, "haklısın hocam." dedi. "Ama kanun sarih (açık)." Önünde altını kırmızı kalemle çizdigi satırların bulundugu kenarları tırtıklı koparılmış bir forma bulunuyordu. Şoför adaylarının ilk okul mezunu olduklarını belgelemeleri gerektigini belirten kırmızı kalemle işaretlenmiş satırları hem gösterdi hem de her kelimesini bastıra bastıra okudu. Tekrar başladım.  "İlk okul mezunu olmasaydım ..." Cevap: "Haklısın hocam. Ama ..." Baktım olmayacak; dosyamı kaptıgım gibi dogru vilayete yani hükümet konagına gittim. Valiyi görmek istedigimi söyledim. "Olmaz." dediler. Uzatmayalım, uzun ugraşılardan sonra vali muavinlerinden biriyle görüşme imkanını elde ettim. Durumu anlattım. Bir memur çagırdı ve "yaz." dedi. "E. G.ın A. üniversitesinden aldıgı .... tarih ve ... sayılı yazının ilk okul diploması yerine dosyasına konulmasına ..." Yazı yazıldı, imzalandı, aldım getirdim ilgili memura verdim. İnceledi, başını salladı ve dosyamı işleme koyarken "Benden günah gitti. şimdi ne halleri varsa görsünler." dedi.
Sınav günü geldi. Yazılı sınavı en yüksek puanla alanlardan biri oldum. Ertesi gün direksiyon sınavına giriyordum. Tanıdıgım şoförlerden birisinin direksiyondan vites kollu, uçuk mavi, 56 Chevrolet arabasını alıp sınava gittim. Saat dokuz buçuk on gibi. Göbekli bir polis memuru sınavı yapmakla görevli. Görünüşte ortalarda sınava giren benden başka kimse de yok. Dosyam elinde. Bir bana bir dosyama baktı. "Araban var mı?" dedi. "Yok." dedim. "Bu araba kimin?" "Bir tanıdıgın." "Peki; araba alacak paran var mı?" "O da yok." dedim. "O zaman şoför olup da ne yapacaksın?" dedi. Dosyamı şöyle bir karıştırdı: "Baksana işin gücün de varmış..." gibi bir şeyler söyledi. Ben de şoförlügü sevdigimi, eşin dostun arabalarında biraz çalıştıgımı, becerebilirsem bir ehliyet de almak istedigimi söyledim. "Öyleyse gel bakalım, sana yolu göstereyim, ne yapacagını anlatayım." Bir sigara yaktı. Postahanenin arkasındaki yolu yürümeye başladık. Sınav bu yolda olacaktı. Yol boyunca dediklerini yapacaktım. Yavaş ya da hızlı gitmek yok; yolun hakkı verilecek; kavşaklarda dikkat edilecek. Uzatmayalım yokuş bir yol; yokuşun ortalarına kadar konuşa konuşa yürüdük. Sigarası bitti; onu bir fiske ile yolun sagına yakın bir yere fırlattı. "Şimdi," dedi, "gidip araba ile gelecegiz; sag ön tekerlegin tam bu sigaranın -sigara izmaritini göstererek- üstünde duracak. Anladın mı?" "Anladım." dedim. Düşündüm; zor ama olur mu olur. "Olamaz." diyecek halim yok. Geldik; arabaya bindik; numaradan aynaları kontrol ettim falan; el frenini de bıraktım; bir, iki, yola çıktık; üçleme yok; güzel gidiyoruz; yol tenha; kimsecikler yok. Tepeyi çıktık; uzaktan kumların arasında izmariti gördüm; oh, çok şükür; çakılların arasında göremeyebilirdim; sag sinyali yaktım, yavaşladım; çamurlugun üzerinden tekerlegin iz düşümünü kestirmeye çalışarak izmarite dogru yaklaştım ve durdum. Vites kolunu boşa alıp kibarca el frenini çektim. Yokuş yukarı durdugum için tekrar birledim. Arabadan indik; yürüdük. Arabayı sag ön lastik izmaritin hizasında fakat izmarite 15 belki 25 santim kadar kala durdurmuştum. Bir şeyler söylemek istedim ama içimden gelmedi. Polis memurunun, ne diyecek diye yüzüne baktım. "Olmadı," dedi, "olmadı; dönecegiz; bir daha geleceksin." Arabaya bindik; önce, bir öç alma duygusuyla arabayı izmaritin ezildiginden emin oluncaya kadar biraz ileri dogru sürüp durdum; yol boş ve yeteri kadar geniş; geri vitese takıp ters bir U dönüşü yaptım. Yine havadan sudan konuşarak sınava başladıgımız yere geldik. Arabadan indik. "Olmadı, olmadı." dedi. "Arabayı kim götürecek?" dedim. "Kim getirdi ise o." dedi. "Ben getirdim." dedim. "O zaman sen götüreceksin." dedi. "Ama ehliyetim yok." dedim. "Getirirken var mıydı? Getirirken de yoktu." dedi. "Ama ceza yazarsınız." dedim. Dedi: "Başımı çevirdim; bakmıyorum. Hadi al götür şu arabayı. Burayı da daha fazla işgal etme; gelen giden olur." Aldım arabayı şehrin dışına dogru üniversitenin yolunu tuttum.
Ögleden sonra hocalarımdan "nur içinde yatsın" Prof. Niyazi Akı sınava giriyor. Sordu: "Ne oldu?" dedi. "Olmadı hocam." dedim. "Nasıl olmadı?" bile demedi. Güldü: "Çömezler hocalarından önce alamaz bunu." dedi. Gitti ve yarım saat geçmeden geldi. Elinde şoför ehliyeti; sallıyor. "Ehliyet öyle alınmaz, böyle alınır." dedi. Anladıgım kadarıyla görünüş ve davranışıyla verdigi güven sınava bile girmesini gerektirmemişti.
...
Hocam: "Hadi, şimdi git Sorguç'a söyle, arabayı hazırlasın sizi gezdirecegim." dedi. -Rahmetli- Sorguç [Kandemir], Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde asistan, Hocanın yegeni; siyah bir VolksWagen tosbaga arabası var. Gittim Sorguç'a. "Hoca arabayı istiyor." dedim. Dedi, "O araba kullanamaz ki; beni görmemiş ol." Dedim, "Burada oldugunu biliyor. Yapacak bir şey yok." Sorguç ne yapsın; dayısı. Kalktı, Yüksel'i de aldık; hocanın nasıl araba kullanacagını görmek için park yerine çıktık. Hoca direksiyona geçti; Sorguç, rengi uçmuş bir halde yanına  oturdu. Hoca, sagı solu karıştırdı, arabayı birinci vitese taktı. Sorguç: "Dayı, dur; acele etme." diye yalvarıyor. Ama hoca cesaretli: Motoru çalıştırdı. Bereket versin, yeteri kadar gaz vermeden ayagını debreyajdan çekti de; araba yerinden ileri dogru kısa bir hamle yapıp durdu. Yoksa, park yerinin önü üç dört metre derinliginde çukur. Az kaldı oradan aşagı yuvarlanacaktık.
Yüksel [Gençal] yalvarıyordu: "Hocam, ne olur, müsaade edin ben ineyim. Çoluk çocuk sahibiyim." Hoca kızdı: "Otur yerinde, evlat, burda kim çoluk çocuk sahibi degil ki!" Üçü de evliydiler; aralarında çoluk çocuk sahibi olmayan bir ben vardım. Ama artık cesaret edip sesimi çıkaramadım. Onlar gittikten sonra ben haydi haydi.
Hoca Sorguç'un yardımıyla geri geri çıktı; sonra birinci vitesle bagırta bagırta vosvosu parktan çıkardı; ikinci vitese takıp yolun bir sagına, bir soluna dalarak  bize bir kampüs turu attırdı. Bereket versin yol hemen hemen bomboştu; karşılaştıgımız bir iki araba da kendilerini saga sola atıp kurtuldular. Tabii biz de kurtulduk. Parka dönünce, hoca gaz kesmişti. Daha parkın ortasına varmadan Sorguç kontagı kapatıp arabayı zınk diye durdurdu. Hoca kızdı: "Niye böyle yaptın?" Sorguç: "Bu defa şansımız olmayabilirdi." dedi. Korkudan benizlerimiz atmış, ama yine de gülüşe gülüşe arabadan indik.
Sonraları Niyazi Hocam, araba kullana kullana iyi şoför oldu. -Yıllar sonra yaş haddinden Emekli olunca, kaptan olup Bogaz'da yat bile kullandıgı söyleniyordu.- Korkusuzca yanına binebiliyordum. Askerden döndükten sonra, yeniden asistan olarak üniversitede çalışmaya başlamıştım. Bir gün yurt  dışında bulunan ve mutemedi oldugum bir arkadaşımın parasını transfer etmek için Merkez Bankası'na gidecektim. Hocam park yerindeydi. "Yolculuk nereye, çömez?" dedi. Durumumu anlattım. Arabasını göstererek "Atla, götüreyim." dedi. Sevinçle kuruldum yanına. Yola çıktık. Hocam, şehire, banka yerine; şehir dışına, Ilıca yoluna girdi; gidiyor. "Hocam..." dedim. "Sus lan." dedi. Sustum. Gez köyünü epeyce bir geçmiştik ki durdu. "Şimdi, in bakalım." dedi. "Nereye iniyorum, Hocam? Burası düzün ortası. Ben burdan şehire nasıl dönerim?" "Binerken düşünseydin." demez  mi. İndim. Arabayı döndürdü şehire dogru; gidiyor. Yol tenha, bugünki gibi trafigi yogun degil. Yapacak bir şey yok; şehire dogru yürümeye koyuldum. On onbeş dakika yürümüştüm ki, Hocamın mavi vosvosu uzaktan göründü. Geldi; yanımda durdu. "Atla, ulan." dedi. "Yine acıdım." "Merkez Bankasına mı götürdü?" diyeceksiniz. Yok.; yine fakültenin önündeki park yerine; beni arabaya aldıgı ilk yere. Nur içinde yatsın; işte hatıra oldu; anlatıyorum. O parayı transfer etmek bir gün sonraya kalmıştı.
 
 

GÜMRÜK

Yıl 1968, yaz sonu, akşam yakın, tren Sirkeci garına girdi. Gümrüge geldik. Her şeyi beyan ediyoruz; bir curcuna. Çogunun bir kaç parça eşyasına el konuluyor. Bu arada bizim de iki yıl boyunca araştırmamızla ilgili metinleri yazıya geçirmek için döve döve kullandıımız bir teybimize fişi temiz duruyor demek ki hiç kullanılmamış oldugu bahanesiyle el konuldu. Teybin yeteri kadar eski oldugunu kanıtlamak için her ihtimale karşı hazırda bulundurdugum alış faturasını gösterdim; kapagını açıp dur-kalk tuşu çevresindeki aşınmaları, lekeleri gösterdim ama kar etmedi. Teybin üzerinde Erzurum'un en kuzeydeki ilçesi Olur'un köylerinden derledigim metinleri bulunduran orijinal bir bant var. Benden başka kimsenin işine yarayacagı yok elbet de. "Bari üzerindeki bandı alayım." dedim. Memur: "Olmaz." dedi. "Bu band bu teybin." dedi. "Yok," dedim, "Teyp Telefunken, band Basf; farklı markalar." "Olsun." dedi, "Fark etmez; teybin bandı." "Ben size aynı marka boş bir bant vereyim; siz hiç olmazsa bu bandı bana verin. Bu band benden başka kimsenin işine yaramaz; üzerinde kayıt var." dedim. Ama gümrük memuru inatçı. Belki de anladı; bandı alırsam teybi gümrüge terk edecegimi. "Olmaz." dedi, "Sonra gelir vergisini yatırır teyple birlikte bandınızı da alırsınız." Elime bir fiş tutturdu; güle güle. Yapılacak bir şey yok. Dövizlerimiz de bir güzel pasaportumuza işlendi. Gümrükten çıktık.
Aradan bir hafta geçti; eşimle birlikte gümrüge gittik. Halk perişan. Adamın biri bir papagan getirmiş; alıp depoya atmışlar; yalvarıyor kuşunu almak için. "Özel yemi var; bakımı var; dayanamaz ölür." diyor. Memur: "Sanki her şeyin tamam, bir de kuş getirmişsin; getirecek başka bir şey bulamadın mı?" diye azarlıyor. Bir digeri yegenine bir gitar getirmiş. "Sınava gireceksin; eger çamasını bilmezsen bu gitarı burdan çıkaramazsın." diyorlar. Adam tedirgin; "Gitar nasıl çalınır?" diye etrafa soruyor. "Yahu işte sapından tut, tellere vur." "Olur mu?" "Olur." diyenler var. Daha neler neler... Elimdeki fişi ilgili memura uzattım. Baktı. "Teybin alış faturası?" dedi. "Burada." dedim, uzattım. Aldı gitti, biraz sonra geldi. "Böyle bir firma kayıtlarımızda yok." Faturayı iade etti. "Bir gümrük komisyoncusu bulacaksınız; teybe deger koyacak." Hemen arkamdan birisi: "Gümrük komisyoncusu mu lazım?" diye yanıma sokuldu. "Evet." dedim; "Sizi gökte ararken yerde buldum." diyerek durumu anlattım. "Kolay abi." dedi. Gitti bir yerlerden bir deste form alıp geldi. Teybi kaça aldıgımı sordu. Faturayı bu defa komisyoncuya verdim. "Biz bunun yarısını yazarız; yarı yarıya daha az vergi ödersiniz." dedi. "Ne yaparsan yap." dedim, "Beni bu sıkıntıdan kurtar." Oturdu bir köşede formu dolduruyor. Eşim kızıyor: "Bu kadar okuduk, bir formu dolduramıyorsun; başkalarına doldurtuyorsun." diyor. "Yok hanım," diyorum "bu bildigin gibi degil; deger konulacak; gümrük vergisi hesaplanacak; komisyoncu ve ben imzalayacagız; bir sürü iş." diyorum. Neyse formlar dolduruldu; imzaladık; komisyoncu teslim etmek üzere gişeye götürdü. Götürmesiyle dönmesi bir oldu. "Abi faturayı göstermişsiniz; kabul etmediler." "Ee ne olacak?" "Yeniden dolduracagız." Hadi yeniden bu defa faturadaki degerle dolduruldu. Götürdü gişeye teslim etti. Bu defa kabul ettiler. Geldi. "Benim işim bitti abi ben paramı alıp gideyim; siz de gişeye gidip vergiyi ödeyin; sonra gider antrepodan teybi de alırsınız." "Olur." dedim. Parasını ödedim. Gişeye gittim. Memur mekanik hesap makinasında takur tukur bir şeyler hesapladı; bir yerlere bir şeyler yazdı. Sonra bana döndü vergi miktarını söyledi. Şimdi rakamı hatırlamlıyorum. Ödedim. Makbuzu verdi. Baktım; ödedigim miktar makbuzda yazılan miktardan oldukça fazla; itiraz ettim. "Tamam." dedi, "Uzatmayın. Sonra gelir ögrenirsiniz." Durdum, düşündüm, baktım, yapılacak bir şey kalmamıştı. Makbuzu görmeden parayı ödemiştim bir kere.
Makbuz elimde antrepoya gittik. antrepodaki memur makbuzu alıp bir süre kayboldu. Geçten geç elinde teyple döndü. Vergisi ödendi belgesiyle teybi aldık. Açıp bandı kontrol ettim neyse yerinde duruyor. Bir de durmasa kim bilir nasıl olurdum. Sabah saatlerinde gittigimiz gümrükten akşama dogru elimizde bir teyple çıkıyorduk ki, eşimin uzaktan bir hısımı bizi gördü ve tanıdı: "Ooo enişte, hoş gelmişsiniz; buralarda ne arıyorsunuz?" dedi. Selam sabahtan sonra başımızdan geçenleri anlattım. "Olur mu, enişte?" dedi; "Bana neye söylemediniz; ben televizyon getirtiyorum, televizyon başına sizin bu teybe ödediginizin beşte biri vergi ödemiyorum. Sizi düpe düz kazıklamışlar; soymuşlar." demez mi. Sonra ekledi, "Enişte, aşk olsun yani, geliyorsunuz bir haber vermiyorsunuz. Haberim olsaydı size bir liste gönderirdim; getirirdiniz." deyince, dedim "İ. Bey kardeşim, biz kendimizi zor getirdik; nasıl liste dolusu eşya getirecegiz?" Dedi "Getirmeyecektiniz; sadece listeyi konsolosluga götürüp zati eşyamız diye tasdik ettirecektiniz. Gerisini ben burdan  halledecektim. Karı bölüşürdük; yazık olmuş, yazık." dedi.

BAŞBAKANI NASIL KARŞILADIK

Ögle sonrası, 6 numaralı dersanede dersteyim; 'fena fi-d-ders' olmuş ders anlatıyorum. Kapı açılmış; ögrecilerim, "hocam, bakar mısınız; sizinle konuşacak galiba" diye uyardılar. Baktım; müstahdemlerden biri kapının yanında dikilmiş bana bakıyor. "Ne var?" dedim kibarca, "K. Efendi." "Bir şey yok hocam; saglıgınız." dedi, "sizi rektörlükten acele bekliyorlar da; baş bakkal mı ne, bi şey, bi herif gelmiş her halde; telefon etmişler; acele gitmeniz lazımmış. Bütün dekanlar, müdürler, bölüm başkanları oradaymış." Anladım, baş bakan olacak ya, büyük ihtimalle; şimdi, baş bakanın da, rektörün de, senin de diye başlamak geliyor da içimden; neyse kendimi tuttum; çocuklar kusura bakmayın; anlıyorsunuz ya; sonra telafi ederiz hani deyip sınıftan çıktım. Aceleyle odama inip; kendime çeki düzen verip rektörlügün yolunu tuttum. Kapıdakilere nerede toplanıyorlar diye sordum. Yukarıda rektörün odasında dediler. Hızla merdivenleri çıkıp rektörün özel kalemine daldım; oradan dogru rektörün odasına. Aaa, baktım; bizim kara cübbeli penguenler, hemen hepsi tam takım orada. "Cübben, cübben nerede?" diye sordular. "Gerekiyor muydu? Cübbem yok; biliyorsunuz; diktirmedim bile." dedim. "Olur mu? baş bakan geliyor; baş bakan cübbesiz karşılanır mı?" dediler. "Ee, yok işte." dedim, "ne yapalım?" Özel kaleme söylediler; bana da, yenleri yer yer sökülmüş, yeşil kaytanlı, mini etek, üzerimden dökülen bir ögrenci cübbesi buldurttular. Telsizler; cep telefonları çalışıyor... "Baş bakan vilayette."; "baş bakan kolordu komutanlıgında."; "baş bakan belediyede."; "baş bakan ...". Bir yandan da baş bakandan isteklerimiz tartışılıyor. Hevesliler kagıt kalem peşinde... "Ilıca'da sıcak su çıkıyor ya; bir proje yapalım arkadaşlar; Erzurum'a getirip hem üniversiteyi hem şehri ucuzundan ısıtalım. Elektrik bile elde ederiz vallahi." "Yok canım; Erzurum çok rüzgarlı; rüzgarın esmedigi gün yok; rüzgar enerjisinden bilmem ne yapma tesisi kuralım."  "Rüzgarı boş ver; güneş; güneş. Kışın bile her gün güneş var..." "Tahsisat alıp bilmem ne uluslararası toplantısını Erzurum'da yapalım." "Sempozyum olsun; iyi olur."; "biz de bilmem ne toplantısı yaparız."; "Bir kongre; bir hafta sürecek. Dünyada ilk defa olacak." "Yok yahu, belki de Türkiye'de ilk defa olacak." desen ... "Palandöken gelişiyor; Palandöken'de bize de bir yer ..."; "Tıp fakültesine şu..."; "Mühendislik fakültesine bu..."; "İlçeler; ilçeleri unutmayalım arkadaşlar; baş bakanın çok hoşuna gider..."; "Ne demek; oy deposu..." Tartışmalar sürüp gidiyor. O güne kadar sadece uykusuna şahit oldugum ülema uyanmış; bir yandan çaylar yudumlanıyor, bir yandan baş bakanın hoşuna gidecek politika ile sulandırılmış ilmi projeler üretiliyor. Sıvılaştırılmış ilim sular seller gibi fışkırıyor; yazık ki dolduracak kap yok...  Telsiz haberi: "Baş bakan belediyeden çıkmak üzere. Belediyeden sonra üniversite...". Hurra... itiş kakış merdivenlerden aşagı, rektörlügün önündeki park yerine... Rektörlük kapısının önündeki merdivenlerin üst ucundaki geniş sahanlıktan başlamak üzere park yerinin neredeyse girişine kadar uç uca getirilmiş kırmızı halı yolluklar yayılmış; öyle ki önüne bakan asfaltın deliklerini göremez. İçimden "politikacı zaten sagına soluna bakmaz; bakacagı yer önüdür; o da yeni, ter temiz kırmızı halı..." diyorum... Halının bir kenarına dizilmemiz gerekiyormuş; ama sagına mı, soluna mı dizilecegiz; kimse bilmiyor. Yanımdakine "her iki tarafına dizilsek olmaz mı?" diyorum. Yanımdaki "olmaz!" diyor, "kos koca baş bakan, bir saga bir sola mı dönecek." Bir başkası diyor ki: "ben falan yerde gördüm;  televizyon da mı seyretmiyorsunuz; halının sagında olmalıyız; protokol kuralı; dünyanın her yerinde böyle; degişmez."; hep birden halının sagına geçiyoruz. Bir digeri diyor: "Yok, yok, öyle degil. baş bakan ellerimizi tek tek sıkacak ya, sag elini uzatacak, biz solunda duracagız ki hafif bir sola dönme ile kolayca ellerimizi sıksın." Öbürü filimselse bu da bilimsel. Hurra halının soluna. Bu arada halı ayaklarımıza takılıyor; kırışıyor; görevliler koşturup düzeltiyor ve üzerinde yeni oluşan ayak izlerini süpürüyorlar... Yeni bir görüş; yeni bir koşuşturma. Derken, uzaktan birkaç siyah resmi araba göründü; hayret, eskort yok. Arabalar hızla parka girdi; durdu; arabalardan koyu renk elbiseli, ceketli, kravatlı birileri indi. Arkadaşlar koşuştular. Gelenler birkaç Erzurum mebusuydu. Mebuslar arkadaşlardan tanıdıklarıyla sohbete koyuldular; tanıyanlar tanımayanları tanıştırdılar. Bu arada beni de birileriyle tanıştıranlar oldu. İtişmeler; koşuşmalar; halılar yine alt üst olup yılana dönüştü. Görevliler burunları yerde halıları düzgün ve temiz tutabilmek için çırpınıyorlar. Bu arada yine telsizler, cep telefonları çalışıyor. Birden bir karışıklık oldu; gelenler aceleyle tanıdıklarıyla vedalaşıp koşuşarak arabalarına doluştular;  Ne o; arabalar gidiyor. Bir ellerini havada sallayarak rektölük kapısına dogru gelenlere sordum: "Ne oldu? ne oluyor?" Dediler: "Baş bakan üniversiteye ugramadan hava alanına gitmiş; bizim mebuslar da uçagı kaçırmamak için tam gaz hava alanının yolunu tuttular." Rektörlük makamına çıktık. Herkes cübbesini çıkarıp koluna aldı; ben de ödünç cübbemi oradaki koltuklardan birinin üzerine attım. Belli ki, iyi hazırlanmış; ama sonunda çok bozulmuştuk. Kimsenin bir şey söyleyecek hali kalmamıştı. Kös kös fakültelerimizin yolunu tuttuk.

MATEMATİK ÖGRENCİSİ

Disiplin kurulu toplantısı. Matematik bölümü ögrencilerinden biri Samsun'da 19 Mayıs Üniversitesi'nde bir kopye olayına karışmış; kendi ögrencilerini bir kere daha üniversiteden uzaklaştırmışlar; bizim ögrencimizi de üniversitemizden uzaklaştırmamızı istiyorlar. Olay şöyle: Bizim ögrencimiz ailesini görmek için Samsun'a gitmiş. Samsun'da, gezinirken babasının, daha önce bir vy birkaç dersten başarısızlıgı sebebiyle üniversiteden uzaklaştırılmış bir arkadaşıyla karşılaşmış. Karşılıklı hal hatır sormuşlar. Amcası olacak babasının arkadaşı, bizimkine ne iş yaptıgını sormuş. Bizimki de Erzurum'da Atatürk üniversitesinde matematik bölümünde okudugunu, üçüncü mü dördüncü mü sınıf ögrencisi oldugunu söylemiş. Amcası, "ooo!" demiş, "yegenim, seni gökte ararken yerde buldum. Biliyorsun, ben babanın sınıf arkadaşıydım; fakülteyi beraber okuduk; ancak ben matematik dersinden son hakkımda da kalınca benim üniversite ile ilişkimi kestiler. Yıllardır, bugünü bekliyordum. Şimdi bir hak verdiler; yeniden sınavlara girecegim; başarırsam mezun olacagım; başaramazsam yeniden ilişigim kesilecek. Ancak, biliyorsun, aradan yıllar geçti; bildiklerimi de unuttum. Sen şimdi matematik ögrencisisin; bilgin yeni; hem bu ders benim için branş dersi de degil; bu sana peynir ekmek gibi gelecek; sen bunu çok kolay yaparsın. Hocalar da degişmiştir; ne beni tanıyorlar; ne de seni. Sen benim yerime bu sınava gir." demiş. Bizimkisi amcasının hatırını kıramamış; sınava girmiş ve nasıl olmuşsa yakalanmış. Çocuga acıdık ve hele ben çok acıdım. Ama yapılacak bir şey yoktu; üniversiteden uzaklaştırılması kararını aldık.
Düşünüyorum da, eger böylesi aflar, böylesi haklar olmasaydı bu ögrencinin başına dünyasını karartan bu iş gelmezdi. Aslında kumarcının kumarcıya tanıdıgı bir şans benzeri bu saçmalıklara af demek de yanlıştır; hak demek de: Anlamıyorum; sınıfta kalmak, bir sınavda başarısız olmak bir suç mudur ki ögrenciyi padişahın affına muhtaç bıraksın. Sorarım: "Başarısız ögrenci, çalmış mıdır; soymuş mudur; yaralamış, öldürmüş müdür?!" Yok. Sonra, hak; hak, bildigim kadarıyla, bir emegin karşılıgıdır. Bu ögrenci hangi yararlı işi yapmıştır ki karşılıgında böyle bir hakkı olsun?! Yanlış degerlendirilmiş bir sınavı anlıyorum; cevapları yeniden degerlendirip ögrencinin emeginin karşılıgını verebilirsiniz. Bu normal bir davranıştır. Ama onu yeniden sınava alma hakkını neye dayandırabilirsiniz? Yaşadıgım bu ve benzeri olaylar beni ögrencilere ders alma ve sınava girme konusunda sınırlama getirilmesinin dogru olmadıgı düşüncesine götürüyor. Ögrenciler dersleri fırından ekmek alır gibi bedeli karşılıgında alma hakkına sahip olsalar; nasıl insanların çogu ekmek çalmaya kalkmıyorsa, onların çogu da böyle garip yollardan not, diploma çalmaya kalkmayacaktır.

FRANSIZCA'YA NASIL ÇALIŞTIM

1958 yılı ilk baharı. DTCF'nde ikinci sınıfta dördüncü sömestreyi okuyorum. Dört sömestre okunan yabancı dil dersleri "baraj". Yabancı dil sınavlarını başarmadan, bölüm derslerinden sınava girilemiyor. 5. sömestreye geçmek için önce yabancı dil sınavını başarmak sonra da bölüm derslerinden yapılan sınavları geçmek gerekiyor. Lisede Fransızca okumuştum. Ancak lisede gördügüm Fransızca çok yetersizdi. Fakültede, bu sınavlara, ilgili filoloji bölümünün birinci ve ikinci sınıflarında okutulan yabancı dilden Türkçeye çeviri derslerini, o bölümün ögrencileriyle birlikte alarak hazırlanıyorduk. Derslerde, bölüm ögrencileri ön sıralarda, biz "misafir" ögrenciler de arka sıralarda oturuyorduk. Usul böyleydi; kimsenin gözünün yaşına bakılmaz; ayrı ders açılmazdı. Ben Farsça'yı Farsça bölümü; Fransızca'yı da Fransızca bölümü ögrencileriyle aldım. Farsça bölümü kalabalık degildi. Biorkman adında yabancı bir hoca geliyordu; dersten önce gelip yoklamayı alan sarışın sevimli bir asistanı vardı. Biorkman çok babacandı. Derslerde pek zorluk çekmedim desem yalan olmaz. Sınıfta "misafir" ögrencilerin de en iyilerinden oldugumu sanıyorum. Ama, Fransızca zordu; bir türlü kavrayamadıgım karmaşık gruplara bölünmüş bir fiil çekimi; bir de mantıgını ve özellikle ne oldugunu anlayamadıgım gramatikal cinsiyet uyumu; ayrıca edatlar ve bunlarla baglı ilgi zamirleriyle kurulmuş, Türkçe'ye çeviride herşeyi alt üst eden bir söz dizimi ... Yine de yılmadım; dördüncü sömestrenin ilk derslerine kadar sabahın köründe kalkıp derslere devam ettim. Derse katılmak için arka sıralardan fırsat buldukça elimi kaldırıp, söz alıp çok kere saçmalayarak istemeyerek de olsa sınıfı kendime güldürdüm. Ama dördüncü sömestrenin başlarında pes ettim. Fransızca'yı yapamayacaktım. Moralim bozuldu; derslere devamı da aksatmaya başladım. Fransızcadan çeviri derslerine Prof. Dr. Lamia Kerman Hanım geliyordu. Asistanı Cemil Bey de her derste hocadan önce gelip yoklama işleriyle ugraşıyordu. Nisan ayı sonlarına dogru günler biraz uzayıp havalar ısınınca, umudum yoktu ama, yine derslere devama başladım. Sınavlara girebilmek için devam almak gerekiyordu. Her sömestre sonuna dogru, ders hocaları devam karnelerini toplar, imzalar, ögrencilere verirlerdi. Fransızcadan ilk üç sömestremin imzaları tamamdı; ancak dördüncü sömestre imza alacak kadar derse girememiştim. Bir gün, Lamia Hanım gelip derse başlamadan önce Cemil Bey sınıfa gelip devam alamayanların isimlerini okudu. Beni Türkoloji bölümünde o zamanlar asistan  olan Dogan (Aksan) Beyin yanında birkaç kere görmüş ve benimle ilgilenmişti. Adımı devam alamayanların arasında görünce, "Ne o, devam alamıyorsun; üzüldüm; başının çaresine bak ." dedi. Yanımda Yaşar Özdemir adlı bir arkadaşım oturuyordu; kendisi askeri ögrenciydi. Kendi devam karnesini kürsüye götürmek için kalktıgında önümde duran benim devam karnemi de kaptı; düzeni bozmamak için sesimi çıkaramadım. Kürsüde imza sayfaları açık olarak karneler üst üste konuluyordu. Benim karnem de Yaşar'ın karnesinin altında kürsüye ulaşmıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Sonunda imzasız olarak iade edilecegini bekliyordum. Karneler imzalanıp iade edildiklerinde de utancımdan Fransızca bölümüne gidemedim. Yaşar kendi karnesiyle beraber benim karnemi de getirdi. Karnem imzalanmıştı. Gözlerime inanamadım; devam almıştım. Şimdi sınava hazırlanmak gerekiyordu. Arkadaşlardan Fransızcası iyi olanlara beni Fransızca çalıştırmalarını teklif ediyordum. Bana zamanın kısa oldugunu; benim Fransızcamın yeterli duruma gelmesi için aylar gerektigini; en iyisi sınavda, arkalarına, yanlarına oturup bakıp yazmamı; hatta kagıt degiştirmeyi teklif ediyorlardı. Hanım arkadaşlarımdan biri benim yerime sınava girmeyi bile teklif etti. Ama bütün bunlar, bana göre, benim için olacak şeyler degildi. Çaresizdim. Sınava yaklaşık kırk elli gün vardı. Fakülteden çıkıp Kızılaya dogru yürüdüm. Yol üzerinde tanıdıgım bir kitapçı vardı. Girdim. "Abi" dedim, "Fransızca ögrenmek istiyorum. Bana birkaç kitap, bir şeyler ver." "Olur." dedi. Cevdet Perin'in Fransızca Dil Bilgisi kitabını, Yaşar Nuri Darago'nun Fransızcadan Türkçeye, Türkçeden Fransızcaya sözlüklerini getirdi. "Bir de" dedim, "okuyup Türkçeye çevirecegim, ne bileyim, mesela roman gibi bir şeyler ...". Güldü; "Arkada, raflarda romanlar var; git begendigini al." dedi. Gittim iki kitap seçip getirdim. Baktı. "Fransızca mı ögrenmek istiyorsun; İngilizce mi?" diye sordu. "Fransızca, Fransızca!" dedim. "Olmadı; bunlar İngfilizce." dedi ve gitti kendisi kapaklarında kız resimleri olan iki Fransızca roman getirdi. Ayrıca kalın bir çizgili defterle birlikte bu beş kitabı aldım; bedelini ödedim; kitapçıya teşekkür edip yurt olarak kullandıgımız eve gitmek üzere oradan ayrıldım.
Eve gelince, bir kere daha düşündüm; sınavda benden ne istiyorlardı? Fransızca bir metin vereceklerdi; ben onu sözlük yardımıyla Türkçeye çevirecektim. Şimdi neyim var? Metin olarak kullanacagım iki romanım, bir de Fransızcadan Türkçeye sözlügüm. Gramerle Türkçeden Fransızcaya sözlük şimdilik bir kenarda dursun ve başlayalım. Önce romanlardan birini elime aldım. "L'etoile d'Un Soir". Sözlükte "L'ETOILE" diye aradım. Böyle bir şey yoktu. "Olmadı." dedim. Öbür romanı aldım. "La Belle Prisonniere". Evet, "LA" var, harf-i tarif,  müennes. "LE" de var; bu da onun müzekkeri; Bir de "L'" de var; bu sesli harflerle ilgili. Neyse, geçelim. "BELLE", "güzel" demekmiş; hem de müennes. Müzekkeri "BEAU" ve bazan "BEL" miş. "PRISON", "hapishane, zindan ..."; "PRISONNIER", "mahpus, tutsak ...". "-NIER" diye bir ek var; "[bir yer]-de olan kimse (?)". Yani burada "PRISON'da olan kimse". Demek ki, romanın adı "Hapishanede olan güzel kadın" / "Belli bir güzel mahpus kadın".  Şimdi "L'" yi hesaba katmazsak, "ETOILE", "yıldız, ..." demek. "D'" de "L'" gibi bir şey olacak; bunu geçelim. "UN", "bir" demek; "UNE" şekli de var. "SOIR", "akşam"; "UN SOIR", "bir akşam".  Sözlükten buldugum kelimeleri, deneyimlerimi unutmamak ve sık sık tekrarlamak için defterime, küçük kagıt parçalarına not alıyordum. Özellikle bu kagıt parçalarındaki notları ceplerimde taşıyor; aklıma estikçe, nadir olarak çıktıgım sokakta, hatta tuvalette bile çıkarıp bakıyordum. Böylece başladım ve kırk günden fazla bir süre Fransızca ile adeta boguştum. Sonunda adını "Güzel Mahkume" diye çevirmeye karar kıldıgım "La Belle Prisonniere" adlı romanın yetmiş seksen sayfalık bir kısmını bazan iki adım ileri bir adım geri, bazan bir adım ileri on adım geri gidip gelerek birçok yeri kırık dökük de olsa Türkçeye çevirmeyi başardım. Bu arada zaman zaman Cevdet Perin'in gramerinden de ilgimi çeken kısımları okuyup ögrenmeye çalışıyordum. "Sekizbin Fiilin Çekimi" adlı bir kitap da aldırmıştım, arkadaşlara. Oradan da fiil çekimlerini kavramaya çalışıyordum. Kendime güvenim gelmeye başlamıştı. Haziranda olmasa bile Eylülde bu sınavı başarabilecegime inanıyordum.
Cografya bölümünde okuyan Cengiz adlı arkadaşım. Sınav gününü ögrenmiş; bana da haber verdi. Sınav günü sabah erkenden yurt olarak kullandıgımız evden çıktık. Hava güneşli... Mahalledeki tek berbere girdik. Dükkanı isteğimiz üzerine oldukça erken açmıştı. Neredeyse kırk gündür tıraş olmamıştım. Saç-sakal tıraşı olduk; lavantalar süründük. Durağa gidip Ulus'a giden bir troleybüse bindik. Çok kez yaptığımız gibi Ulus'tan da hızlı adımlarla fakülteye yürüdük.
Önce yazılı sınav. Hamid deshanesinde giriyoruz. Dershane oldukça büyük. Her sırada bir kişi oturacak. Asistanlar yerlerimizi önceden belirlemiş; aynı bölümden kimseyi ne yan yana  ne de arka arkaya oturtuyorlar. Yerim, sağ tarafta, ortalarda, pencere yakınında bir yer. Sözlüğümü, devam karnemi sıramın üzerine koyuyorum. Bir asistan gelip kontrol ediyor; usule uygun. Herkese teksir edilmiş üzerinde Türkçeye çevirecegimiz 200 kelimelik metni bulunduran bir soru kagıtçıgı, biri karalama için iki de cevap kagıdı dagıtıyorlar. Kagıt hışırtısı, kalem cızırtısı dışında ses yok. Her bölüm için ayrı bir metin hazırlamışlar. Türkoloji bölümü için hazırlanan metin, o zaman ilk defa adıyla karşılaştığım, ünlü Fransız münekkidi Sainte-Beuve'ün hayatı ve eserleriyle ilgili. Cümleler uzun değil; çok az tanımadıgım kelime var. İkinci okuyuşumda konuyu kavradım. Üçüncü okuyuşumda  bilmedigim kelimelerin altını çizdim. Sonra sözlüğümden bu kelimelerin karşılıklarını bulup bir liste oluşturdum. Beşinci okuyuşumda metni eksiksiz anladıgım kanısına vardım. Uzatmayalım; çeviri karalamamı yaptım; çevirimin bütününü mantığımın süzgecinden geçirerek Türkçe bakımından gerekli düzeltmeleri de yaparak verdikleri ikinci kagıda temize çektim. Verilen iki saatlik süre bana bikaç dakika da fazla gelmişti. Salon başkanı sınav evrakının toplanması için "Kalemleri bırakın ve arkaya yaslanın!" dedigi zaman ben hazırdım. Kagıtlar toplandı. Dershaneden çıktığımda içimden "Bu iş galiba oldu." diyor; sözlüde ne yapacağımı düşünüyordum.
Bir hafta sonra kagıtlar okunmuş; adım en yüksek notu alan birkaç kişi arasında yer almıştı. Ben ögrenci kantininde otururken, arkadaşlar gelip şaşkınlıklarını gizlemeden haber verdiler. Gidip baktım; dogru. Yanlış hatırlamıyorsam, yüz üzerinden seksen ya da daha yukarı bir puan almıştım. Yetmiş ve daha yukarı puan alanlar, not yükseltmek istemiyorlarsa, aldıkları not kendilerine aynı zamanda sözlü notu olarak da verilecek ve sözlüden muaf sayılacaklardı. Gerçi sözlüye de girmek istiyordum. Ancak arkadaşlarım uyardılar: "Biz inandık; seni tanıyoruz; sen bu yazılıyı hakınla aldın. Ama Fransızca senin telaffuz ettigin gibi telaffuz edilmiyor. Hocalar seninle Fransızca konuşmaya kalkacaklar; sen anlayamayacaksın. Akıllarına bin türlü şey gelecek. Gel vaz geç." dediler. Sonunda "Öyle olsun." dedim ve sözlüye girmedim.
Bu sınava hazırlanışım bende bir alışkanlık yaratmıştı: Sürekli, fırsat buldukça Fransızca bir şeyler okumak. Kalan üniversite öğrenciliğim ve üniversitede doktoramı bitirinceye kadar geçen asistanlığım süresince haftada en az bir Fransızca kitap: roman, hikaye kitabı, tiyatro eseri, şiir kitabı, deneme vy hatıra okudum. Fransız yazar ve şairleri dışında İngiliz, Amerikan, İspanyol, İtalyan, Alman, Rus, vb. yazar ve şairlerinin eserlerini de Fransızca çevirilerinden okuyordum. O zamanlar Türkiye yasaklarla donatılmış kapalı bir ülkeydi; hala da biraz öyle. Fransızca Dünya'ya açılan tek pencerem olmuştu. Birçok yasak kitabı denetleyicilerin cehaletinden yararlanarak Fransızcasından okumak mümkündü. Geniş halk kesimleri için düşünülmüş, bizim "Varlık Yayınları" gibi Fransızca "Le Livre de Poche" kitapları vardı. Dikkatimi çekmişti: Aynı eserin "Le Livre de Poche"'dan çıkan Fransızcası, "Varlık Yayınları"'dan çıkan Türkçesinden hem daha ucuz hem de daha kaliteliydi. Bu yüzden Türkçesi olan eserleri bile Fransızcasından okumayı tercih ediyordum... Hoşuma giden Fransızca cümleleri, atasözlerini, mısraları, arada fırsat buldukça yeniden okumak, belki ezberlemek için küçük fişlere yazıp ceplerimde taşırdım. Fransızcaya olan ilgim adeta aşka dönüşmüştü: Zaman zaman Fransızca yayımlanan, Istanboul (İstanbulda yayımlanırdı; Türkiye ile ilgili Fransızca bir şeyler öğrenmek için okurdum. Kapandı; abone bedelimin kalanıyla beni galiba Le Monde Hebdomadaire'e abone ettiler.), Le Monde Hebdomadaire (Daha çok Fransa ve Dünya ile ilgili haftalık siyasi, kültürel haberler için. Üç dört yıl aboneliğimi sürdürdüm. Sanıyorum hala var.), Le Haut-parleur (Aylık elektronik dergisi. Önce, radyoculuk merakım yüzünden tek tek almaya başladım. Bu dergiden elektronik konusundaki bilgilerimi geliştirmekte çok yararlandım. İlgimi çeken bazı devreleri, devre parçalarını imkanlar el verdigi ölçüde yaptım; çalıştırdım; ufak tefek paralar da kazandım. Ülkem geri kalmış bir yasaklar ülkesiydi. Korkularımız çagdaş teknolojileri zamanında almamızı engelliyordu. Batı, renkli televizyonu yaygınlaştırmak arayışındayken biz de siyah-beyaz televizyon bile yoktu. Bir televizyon görmeden önce, gerekli devre elemanları olduğunda siyah-beyaz bir televizyon yapıp çalıştıracak kadar bilgiyi bu dergiden edinmiştim. Hala yayımlanıyor mu bilmiyorum.), Constellation (İlk okuduğum iki romandan sonra bu dergiye abone olmuştum. Sayfalarının çogunu fotoromanlar dolduruyordu. Konuşma cümleleri ögrendgimi sanıyorum.), Paris Match, Jours de France (Meşhur bol resimli magazin dergileri), Le Français dans le Monde (Her sayıda bir de ince plastik gramofon plagı verirdi. Sonraları ses kaseti vermeye başladı. Önemli kişilerin: yazarların, şairlerin, tiyatro, sinema oyuncularının, halktan kimselerin seslerini de duymak mümkün oluyordu.) gibi gazete ve dergilere de abone oldum.
Latince, İngilizce, Rusça, Almanca gibi başka birkaç dili ihtiyacım dogrultusunda ögrenmemde de bana yardımcı olan Fransızcam, adeta ben farkında olmadan aldı başını gitti. Bu sınavdan sonra, asistan olabilmek için, yurt dışına gidebilmek için, askerde mütercim olabilmek için, lisan tazminatı alabilmek için, doçent, profesör olabilmek için girdigim bütün Fransızca sınavlarına özel bir hazırlık yapmadan girdim desem yeridir. Sadece sınav yöntemini, sınavdan beklenileni bilmek bana yetiyordu. Hepsinde de iyi dereceler alarak başarılı oldum. Bu başarıysa!?
Şimdi düşünüyorum da, o zaman, radyo, televizyon, band, hele videoband, CD, VCD, DVD, hele hele INTERNET gibi bugünki imkanlar olsaydı  yabancı dilleri kim bilir nasıl ögrenirdim?...

ROLET İLE NASIL TANIŞTIM

1959 yılının sonbaharı, ders yılı yeni başlamış. Saat on sıraları. Atatürk Üniversitesi'nde yeniyim. Fransızca kitaplar okudugum için çevrem beni Fransızca biliyor sanıyor. Atatürk Üniversitesi, geçici olarak şehirde eski bir ortaokulun binasında birkaç yıldır hizmet veriyor. Binanın girişinde "T" harfi şeklinde, dikey tarafı büyükçe bir salon, yatay tarafı uzunca bir koridor oluşturan geniş bir boşluk var. Kötü havalarda tenefüse çıkan ögrenciler ya koridorda sagdan yürüyerek tur atarlar ya da salonda gruplar halinde toplanıp konuşup gülüşürlerdi. Ben genelde ne salonda ne de koridorda olurdum. Tenefüslerde ya sınıftan çıkmaz ya da çıkar bodrumdaki kantine iner merak sardıgım Fransızca kitaplardan birini okumaya çalışırdım. Kantindeyim; birkaç arkadaş geldi: "Gel, gel. Bir gavur gelmiş; bir şeyler diyor; biz anlamıyoruz. Sen Fransızca biliyorsun; sen anlarsın." dediler. Kalktım, yukarı çıktım. Kalabalıgı yarıp ilerledik. Ortada kısa boylu, biraz tıknazca, yanagında iki üç santim uzunlugunda bir yara izi olan orta yaşlı bir adam. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama; kimse bir şey anlamıyor. Dogrusu, önce ben de bir şey anlamadım. Ama sordum: "Parlez-vous Français? (= Fransızca konuşur musunuz?)" "Oui, je suis Français. (= Evet, Fransızım.)" dedi. Konuşmaya başladık. Kelimeleri teker teker tek düze bir tonla söylüyordu. Söylediklerini hemen eksiksiz anlıyorum. O da benim söylediklerimi anlıyordu. Hayret! hayatımda ilk defa bir Fransızla karşılaşmış; hemen hiç falso vermeden Fransızca konuşuyordum. Herkesin merakı giderildikten sonra. Adının "Jacques Rolet" oldugunu söyleyen bu adam, Fransızca okutmanı olarak gelmişti; bir yetkiliyle görüşmek istiyordu. Kendisini Fakülte dekanımız olan -Rahmetli- Prof. Dr. Mehmet Kaplan'a götürmem gerektigini anladım. Benimle gelmesini; kendisini dekana götürecegimi söyledim. Birlikte Özel kaleme girdik; sekretere Fransızca okutmanının geldigini; dekanla görüşmek istedigini söyledim. Girdi, haber verdi; içeri girmemizi söyledi. Girdik. Kaplan Bey kapıya dogru geldi. Bana "Sen burda kal." dedi ve Monsieur Rolet'i alıp kapıdan oldukça uzakta olan masasının yanına götürdü. Sekreterin odasının kapısı, penceresi açık;  bizim girerken tam kapatamadıgımız dekan odasının kapısı da aralık kalmıştı; dışardan ögrencilerin gürültüleri geliyordu. Dekanla Rolet konuşuyorlardı ama gürültüden duyamıyordum. Üç beş dakikalık bir görüşmeden sonra, Kaplan Bey bana döndü "Evladım, Mösyö Role şimdi Örnek Palas'a gidecek; onu götür. Yerleştir. Arabası da varmış. Sonra, ne lazımsa biz yaparız." dedi. "Olur, Hocam." deyip odadan çıktım; Rolet de arkamdan bana yetişti. Birlikte çıktık; küçük bir arabası var; bindik. Yanına oturdum. Acıkmış oldugunu; önce bir şeyler yemek istedigini; iyi bir lokanta bulup bulamayacagımızı sordu. Hemen "Güzel Yurt" lokantası geldi aklıma. "Oui, Il y a un restaurant que je connais bien. Sortons par ici. Allons-y... Avancez... Maintenant tournez à droite... Tournez à droite encore... Ici, tournez à gauche... Arretez. (= Evet, bildigim bir lokanta var. Bu taraftan çıkalım. Hadi bakalım... İlerleyin... Şimdi saga dönün... Yine saga dönün... Buradan, sola dönün... Durun.)" Parmagımla gösterdim. "Le voilà! (= Aha şurası!)" Arabadan indik; karşıya geçtik; lokantaya girdik. Yemek listesi Türkçe. Bildigim sebze, meyve, et, ekmek vs. adlarıyla  yiyebileceklerimizi anlattım. Kendisi de Anadolu'yu arabasıyla boydan boya geçerken bazı yemek adlarını ögrenmiş. Onları sıraladı. Sonunda bir şeyler ısmarlayıp yedik. Bir küçük şişe de şarap içti. Bu arada garsonlara da bir güzel tercumanlık ettim. Hesabı ödemesine de yardımcı oldum. Arabaya bindik, saga, sola derken Örnek Palas'a geldik. Kalacagı odayı bulduk. Valizlerini çıkardılar. Şehir küçük; yürüyerek Mumcu Caddesinde, Cumhuriyet Caddesinde, Taş Magazalarda gezindik. Ufak tefek bazı alışverişler yapmasında da yardımcı oldum. Akşam üzeri, ayrılırken kendisinin derslerine dinleyici olarak girmek istedigimi söyledim. "Pourquoi pas... (= Neden olmasın...)" dedi. Teşekkür etti; teşekkür edip ayrıldım...
Birkaç gün sonra Rolet'nin ilk dersine gittim. Ögrenci az; üç, beş kişi. Rolet geldi; konuşmaya başladı. Bir kelime olsun anlamıyordum. Sabırla dersin sonunu bekledim. Çıkarken yanına gidip bir tek kelime bile anlamadıgımı; daha önce benimle konuşurken böyle konuşmadığını; beni taklit ederek  benimle alay mı etmek istedigini sordum. Güldü. Yine benim anlayacagım şekilde; beni taklit ederek. O gün çok zor durumda oldugunu; kendisini anlayan bir kişi bulabilmek için çok ugraştıgını; beni bulunca bütün dikkatini toplayıp benim Fransızcamı kullanmaya karar verdigini; aksi takdirde benim yardımımı da kaybedebilecegini; Fransızcanın, alfabenin bilmem kaç harfiyle sınırlandırılabilecek basit bir fonetiginin olmadıgını; asıl Fransızca'nın derslerde konuştugu ve konuşacagı Fransızca oldugunu söyledi.
Hayatımda ilk defa böylesine zeki ve zeki oldugu kadar taklit kabiliyeti yüksek; yabancı dili kitaplardan ögrenmiş bir yabancının dilini taklit ederek, kendi ana dilini konuşacak kadar becerikli bir insanla karşılaşmıştım.

COLON İLE NASIL TANIŞTIM

Rolet ile çok egitici ve egitici oldugu kadar eglenceli günler geçirmiştim. Artık, Türk aksanıyla da olsa, sıradan bir Fransızın da anlayabilecegi şekilde Fransızca konuşabiliyordum. Bir yılı dolunca Rolet gitti. Yerine gelecek okutmanla Rolet ile oldugu kadar sıkı bir dostluk oluşturmayı düşünmüyordum. Ancak, Rolet, yerine gelecek olan Bernard Colon'a benimle tanışmasını önermiş. Colon beni arıyor; aratıyordu. Fransızca benim için bir heves, bir eglenceydi. Benim asıl ilgi alanım Türkçe'ydi. Böyle ilişkilere girerek onu yakışık almayacak şekilde ihmal ediyordum. Sonunda haber getiren Fransızca bölümündeki hocalarıma söz verdim kendisiyle ilgilenecegime. 1960 yılı kasım ayının ortaları. Soguk ama güzel bir hava; gün kavuşmak üzere. Fakülteden çıktım. Cumhuriyet Caddesine inip oradan eve gidecegim. Bir tesadüf, bir kaç adım arkasındayım; Colon, Taş ambarların kenarıyla yürüyor; başı önünde, dalgın. İçimden "görmeden geç." diye bir ses geldi. Sonra düşündüm: Bu da en az bir yıl kalacak. Erzurum küçük; er geç karşılaşacagız; süreyi uzatmak yakışık almayacak; yanına yaklaştım "Bon soir, Monsieur; moi, je suis ... (= İyi akşamlar, Efendim; ben ...)" diye konuşmaya başladım. Böylece gıyaben olan tanışmamız, vicahen de gerçekleşti. Colon, soluk tenli, yine ufak tefek, fakat Rolet'ye göre daha agır, daha ciddi davranışlıydı. Erzurum'da yanılmıyorsam üç yıl kadar kaldı. Onunla da güzel anılarım oldu; bir yaz bir Fransız ögrenci grubu buldu; kendisiyle oturup bir gezi programı hazırladık. Ögrenciler, biri Türkiye tarihini çok iyi bilen bir tarih hocası, iki hocanın başkanlıgında geldiler; hocaların adlarını unutmuşum -sık sık kullanmadıgım isimleri unutuyorum artık.-; İstanbul, Ankara, Bursa ve daha birçok yeri onlarla birlikte gezdim. Hiç unutamıyorum; bütün masraflar onlara ait, ayrıca günde 25 lira veriyorlardı. Gerçi kıymetini bilmedim; harcarken adeta savurdum; uzun hikaye. Milli Egitim Bakanlıgı'ndan burs alıyorum; ayda 150 lira; mezun olsam 400 - 450 lira; asistan olsam tazminatıyla 650 lira; masraflarım da bana ait. Kendi kendime, iş olsa, bir ay çalışsam 750 lira; neler alınmaz ki. On ayda 7500 lira. İki ay da ben turist olurum... "Fakülteyi bırakıp rehber mi olsam?" diye düşündüm. Rehberlik o yıllarda meslek bile degil.
Grup benden memnun kalmış olmalıydı ki, grup başkanı, Colon'a,  bana bir kayak takımı alması için bir miktar para vermiş. Mikdarını Colon söylemişti ama artık hatırlamıyorum. O yaz Bursa'da Başkanla Erzurum hakkında konuşurken, laf olsun diye,  Erzurum'da da kış sporları yapıldıgını; benim de biraz kayak kaydıgımı, ancak kayak takımım olmadıgımı, bir süre başkalarından durumu idare ettigimi, sonra da bu sporu bıraktıgımı söylemiştim. Colon, kayak kaymadıgım gibi kayak kayma istegi göstermedigimi de biliyordu. Bu sebeple parayı getirmişti. Bana kayak kayma konusunda ciddi olup olmadıgımı sordu. Ben de, Bursa'dayken konuyu başkanın açtıgını, o zaman laf olsun diye böyle bir şey söyledigimi söyledim. Colon "Parayı o zaman sana Frank olarak vereyim; ilerde işine yarar" dedi. "Kayak takımı için Mösyö (adı neyse o)'na da bir teşekkür mektubu yazarsın; sende adresi var." "Bizde kanun var." dedim "Türk vatandaşlarının yabancı para bulundurması yasak." Güldü. "O zaman sana Fransa'da bir hesap açtırıp parayı oraya koyalım. Nasılsa bir gün gideceksin; gerekebilir." dedi. "Yok." dedim. "O para ile Fransa'dan istedigim kitapları getirtelim." "Bu mümkün." dedi. Bir liste yaptık. Baudelaire'in, Verlaine'in bütün şiirlerinin,  Mérimée'nin roman ve hikayelerinin numaralı, özel kagıda basılmış özel baskılarını ve daha bir çok kitabı  getirttik.
O yıllarda Fransızca, Jacques Prévert vari şiirler de yazar; bunları bazan okuması için Colon'a da verirdim. Çok etkilendigini belirtir, beni cesaretlendirirdi. Türkçe düşünüp Fransızca yazmamın degişik bir çeşni oluşturdugunu söylerdi. Colon'un bana verdigi cok azı imzalı birçok kitap hala kitaplıgımdadır. İmzalı olanlarda benim icin güzel sözler yazmıştır. O Erzurum'dan ayrılırken ben fakülteyi yeni bitirmiştim; bana Fransa'da birkaç iş de buldu. Ama kısmet degilmiş, olmadık engeller çıktı; gidemedim. Ugurlamaya gittigimde,  bana yaptıgı bütün iyilikleri unutmuş, not defterinden küçük bir kagıt kopardı. "Sana pek bir iyiligim dokunamadı. Bizde referans önemlidir, senin için yazacagım şu bir kaç satırı, Fakülte dekanınız Bay Gündüz Akıncı'ya ulaştır." dedi. "Olur." dedim. Hakkımda güzel şeyler yazdı. Orada da yanlış hatırlamıyorsam Fransızca şiirler yazdıgımdan bahsetmişti. Onu dekana vermektense güzel bir hatıra olarak yıllarca cüzdanımda taşıdım. Bu kagıt parçasını emekli olacagıma yakın doktorantlarımdan Cengiz Alyımaz beye bıraktıgımı sanıyorum.
Colon Suriye'de Kültür ataşesiyken ben Fransa'ya, Strasbourg Üniversitesi'ne Türkçe okutmanı olarak gittim. O zamanlar seyrek de olsa mektuplaşıyorduk. Sonra benim dagınıklıgım bu hoca ögrenci ilişkisinden abi kardeş ilişkisine dönüşen dostlugu sürdürmemi de küle gömdü.

VARİ İLE NASIL TANIŞTIM

Bir gün Colon bana bir "Bosch"'un -Bazı Fransızlar Almanlardan bahsederken bazan alay yollu "Bosch" sözünü kullanırlar.- geldigini; onu benimle tanıştırmak istedigini söyledi. Kabul ettim. Bir ögleden sonra Colon'un Örnek Palas'taki odasında buluşmak üzere sözleştik. Saati gelince gittim. Tanıştırdı. Herman Vary. Avusturyalı Almanca okutmanı. El sıkıştık; gülüştük; karşılıklı memnuniyetimizi ifade ettik. -Daha önce denedim, Fransızca kelime ve cümleleri oldugu gibi Türkçe metne sokmak iyi olmuyor. Konuşmaları çeviri olarak vermeyi deneyecegim.- Colon'un bize ikramlarını hazırlamasını beklerken, konuşmayı başlatmak için söz olsun diye Fransızca olarak "Gazetelerde, dergilerde okuyoruz, radyolarda dinliyoruz, -henüz Türkiye'de televizyonun  hayali bile yok- sinemalarda görüyoruz, Almanya, Avusturya, daha birçok Avrupa ülkesi sanki -ikinci dünya savaşını kastederek- o korkunç savaşı  görmemiş. Yollar, caddeler, sokaklar, parklar, binalar yeni ve hepsi birbirinden güzel. Bunları nasıl becerdiniz. Biz bu savaşa girmedik bile; -içimde kabaran aşagılık duygusuyla- işte halimizi görüyorsunuz. -Pofpoflamak için- Uzaga gitmege gerek yok: Şu, şurada duran sizin bastıgınız kitaplara bakın, bir de şu benim yanımda getirdiklerime... " Herman Vary söze girdi: "Bay Gemalmaz. Biz Germenler, iyi yiyip içmeyi, iyi gezip tozmayı, iyi eglenmeyi, iyi şartlarda çalışmayı çok severiz. Siz Türkler de, iyi yiyip içmeyi, iyi gezip tozmayı, iyi eglenmeyi, iyi şartlarda çalışmayı, çalışırsanız eger, çok seversiniz. Biz Germenler, iyi yiyip içmeyi, iyi gezip tozmayı, iyi eglenmeyi, iyi şartlarda çalışmayı gittigimiz yere götürürüz. Siz Türkler, iyi yiyip içmenin, iyi gezip tozmanın, iyi eglenmenin, iyi şartlarda çalışmanın oldugu yere gidersiniz." Kalabalık, fakat yapısı son derece basit olan, ne böbürlenme ne de aşagılama ifadesi taşımayan, sadece yalın bir gözlemi dile getiren bu cümleler o akşam beynime gülle gibi oturuverdi.
Vary, beş, altı ya da daha fazla yıl kaldı Erzurum'da. Bir ara biz asistandık, o okutman. Yabancı ve ögretim üyesi oldugu için ona bir lojman; biz üç arkadaşa da bekar ve kıdemsiz oldugumuz için ayrı bir lojman vermişlerdi. Biz, hemen Erzurum'u terkedecekmiş gibi uyduruk birer somye, birer komidin ve eski püskü eşyalarla idare ediyorduk. Perdemiz bile yoktu; geceleri Erzurum ovasının karanlıgını seyrediyorduk. Bir gün Vary bizi lojmanına çagırdı; birlikte müzik dinlemek ve dinlerken bir şeyler yiyip içmek için. Gittik. Kapıdan girince karşı duvar sanki dogadan bir parçaydı: bir göl, göz alabildigine uzanan dag çiçekleriyle süslenmiş çayırlık yamaçlar; uzaktaki orman... Agzımız açık kaldı. Belli ki ya kendisi ya da ayrıldıgı eşi bu duvarı tabloya çevirmişti; o zamanlar degil Erzurum'da Türkiye'de böylesine bir hüneri gösterecek iç mimar ya da ressam yoktu. Perdeler, koltuklar, müzik seti, diger eşyalar bizimkilere göre çok çok özenle seçilmişlerdi. Vary sanki ömrünün sonuna kadar bu lojmanda oturacakmış gibi bir düzen kurmuştu. Geç vakit kalkıp lojmanımıza geldigimizde, arkadaşlardan biri intibaını şöyle ifade etti. Vary'yi kasdederek: "Hıyar agası; hiç bilmiyor ki, lojmandan çıkınca o çayıra çevirdigi duvarın boyasını kendisine misliyle ödetecekler." Gülüştük; onayımızı aldı.
Herman Vary, aynı zamanda arkeologdu; Erzurum ve çevresinde hırslı bir köstebek gibi çalıştı. Özellikle Urartu'lara ait bir çok kalıntıyı gün ışıgına çıkardı; yazdı, çizdi. Sonra günü geldi; ülkesine döndü. Zevklerini bizim zevksizligimize terkederken boyadıgı / boyanmasından hoşlandıgı duvarın bedelini ödedi. Erzurum'da yaşamak için edindigi bütün eşyaları ya ucuz pahalı sattı ya dagıttı. Arkasından çok şeyler söylendi ama, giderken, bilgisi ve deneyimleri dışında, gelirken getirdiginden daha fazla bir şey götürdügünü sanmıyorum.

OKUTMANLIK MÜLAKATI

1966 yılının başları. Bir gün bir arkadaş; Strasbourg Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Enstitüsü'nün bir Türkçe okutmanı aradıgını söyledi. Hemen Ankara'daki Fransız Büyük Elçiligi'nde bulunan Kültür Ataşesi'ne bir mektup yazıp taliboldum. Bir ay geçmeden cevap geldi; mülakata çagıracaklardı. Galiba Nisan sonlarıydı; Kültür Ataşesi'nden bir yazı aldım; tarihini belirttigi bir pazartesi günü saat 10:00'da bana mülakat için randevu veriyordu. O zamanlar Erzurum - Ankara arası sadece trenle gidilir; bir aksilik olmazsa yolculuk iki gün sürerdi. Aksilikleri de hesaba katınca en az bir haftalık bir izne ihtiyacım vardı. Bir dilekçeyle dekanlıga müracaat edip randevu tarihini ortasında bulunduran cumadan çarşambaya kadar izin istedim. Dekan çagırdı; sinirli; kızıyor: "Nerden çıktı bu okutmanlık; bu mülakat; ben müsaade etmiyorum; kendi başınıza işler çeviriyorsunuz; gitmek yok. Bu dilekçeyi de yırtıyorum. Hadi bakalım; bu kadar." dedi. Dekanın bürosundan çıktım; kısa bir tereddütten sonra yukarıda sözünü ettigim arkadaşımın odasına gittim. Suratım bir karış; olanları anlattım; güldü. "Oglum," dedi, "nesin sen; kıçı kırık bir asistansın; dekan izin vermezse; sen de izin almadan gidersin; olur biter; ucunda ölüm yok ya; çok çok üniversiteden atarlar; o kadar. Sana göre bu dünyada yer mi yok." dedi. Baktım haklı. Bir kuşetli bileti aldım ve cumartesi bindim trene pazartesi sabahı Ankara'dayım. Fazla eşyam yok; büyükçe bir el çantası. Tren durmadan, traş oldum; elimi yüzümü yıkadım; gömlegimi degiştirdim; kravatımı bagladım. Tren durunca gardan otobüse binip Kızılaya geldim. Kızılay'dan, daha önce de birkaç kere gittigim için yerini biliyordum, vaktim vardı; yürüyerek elçilige gittim. Kapıdaki görevlilere durumu anlatıp kültür ateşeliginin yolunu tuttum. Randevuya beş on dakika kala ateşenin özel kalemindeydim. Özel kalemde bir Fransız bey oturuyordu; kendimi tanıttım. "Evet, bekliyorduk." dedi. Biraz, beklememi; ateşenin henüz gelmedigini söyledi. Biraz bekledim. Sekreter, bir süre sonra kalktı; yandaki odaya geçti ve geri döndügünde Mösyö Marin'in yani ataşenin beni bekledigini söyledi. Ateşenin odasına geçtim; ataşe ayakta elimi sıktı; bana masanın yanında yer gösterdi ve yerine geçip oturdu. "Mösyö Gemalmaz, bana biraz kendinizi anlatın." dedi. Anlattım ailemle, egitimimle, işimle ilgili birşeyler. Söylediklerim bitince kendisinin de Türkçe ögrenmeye merakı oldugunu, ancak henüz fazla bir şey ögrenemedigini; özellikle Türkçedeki ünlü uyumunun kafasını çok karıştırdıgını; bu konuda da kendisine mümkünse bir şeyler anlatmamı istedi. Kısa bir duraklamadan sonra, Jean Deny'den, Alfred Morer'den ezberlediklerime, Muharrem Ergin, Tahsin Banguoglu gibi Türk hocalarımın kitaplarından çevirdiklerimi ekleyerek ve kendimden de bir şeyler katarak yalan yanlış ünlü uyumunu da anlattım. Konuşma bir belki birbuçuk saat kadar sürdü. Sonunda, teşekkür etti, çıkarken  sekreterine kendisini bekledigini söylememi söyledi. Çıktım, sekretere Mösyö Marin'in kendisini bekledigini söyledim. Sekreter oturmamı ve kendisini beklememi söyleyerek ataşenin odasına geçti. Beş dakika geçmemiştiki geldi. "Mösyö Marin sizinle bir ögle yemegi yemek istiyor; saat bir, sizin için uygun mu?" dedi. İçimden "Körün aradıgı iki göz; biri egri biri düz." derken, sesli olarak "Olur; memnuniyetle." dedim.
Saat daha oniki olmamış; vakit çok; elçilikten çıktım; Kızılaya kadar yürüdüm; biraz gezindim; tekrar yürüyerek elçilige geldim. Siyah bir araba hazırdı; ataşe, sekreter ve ben bindik, Kızılay'a geldik. Şimdi yerini pek kestiremedigim bana göre oldukça lüks bir lokantada birkaç basamakla çıkılan bir köşedeki masada bize ayrılmış olan yerimizi aldık. Lokanta kalabalık degildi ya da bana öyle geliyordu. Yemegin sonuna dogru Mösyö Marin, eger uygun görülürsem beni arayacaklarını söyledi. Bunun üzerine, daha önceki deneyimlerimi hatırlayarak, "Beni seçerseniz," dedim, "Beni çalışmakta oldugum Atatürk Üniversitesi'nden degil, Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Egitim Bakanlıgı'ndan isteyin. Aksi halde üniversitem izin vermeyebilir."
Yemekten kalktık; saat iki buçuk, üç gibi beni gara bıraktılar. Akşam treni için yine bir kuşetli bilet aldım. Vakit gelinceye kadar, gardaki lokantada çay, gazoz içerek, yanımda getirdigim şimdi hatırlamadıgım bir kitabı okuyarak, aldıgım gazeteleri karıştırarak oturdum. Tren geldi; bindim. Çarşamba sabahı fakültedeydim. Bir kişi dışında kimse Ankara'ya gidip döndügümü bilmiyordu. Yoklugumu farkedenler de yakın köylerde derleme yaptıgımı sanıyorlardı.
Her halde Haziran başlarıydı. Mösyö Marin'den bir mektup aldım. Beni, Dış İşleri Bakanlıgı aracılıgıyla Milli Egitim Bakanlıgı'ndan istemişler; Milli Egitim Bakanlıgı da Atatürk Üniversitesi Rektörlügü'ne yazmış. Mektupta Atatürk Üniversitesi'ne yazılan yazının tarih ve numarası da altı çizilerek belirtilmişti. Yazı on onbeş gün önce Ankara'dan postaya verilmiş olmalıydı. Mösyö Marin'in mektubunu alıp rektörlügün yazı işleri bürosuna gittim. Sordum. "Böyle bir yazı gelmedi." dediler.
Birkaç gün bekledim; tekrar gittim. Yazı yok. Mösyö Marin'in mektubunu tekrar gösterdim. "Benim bu mektuba cevap yazmam gerekiyor. Anladınız mı?" dedim. "Yazının Atatürk Üniversitesi Rektörlügü'ne ulaşmadıgını yazacagım; oradan araştırsınlar... Bakalım, yazı nerede takılmış?" Yazı işleri müdürü itiraz etti: "Hemen de her buldugunuz mektuba cevap yazmaya kalkıyorsunuz. Ne aceleniz var? İnsan, degil bir kaç gün, bir kaç ay bekler be." diye çıkıştı. "Bekleyecek vakitleri yok; ayıp olur. Ben cevabımı yazıp onların cevabını bekleyeyim." diyip çıktım. Odama yeni dönmüştüm ki, rektörlükten fakülteye telefonla yazının geldigini, ataşeye cevap yazmama gerek kalmadıgını bildirmişler. Bu çıkışı yapmamış olsaydım belki de yine bir bürokrasi oyununa gelmiş olacaktım.

FRANSADA GÖREVE NASIL BAŞLADIM

1966 yılı, yanlış hatırlamıyorsam Eylül sonu ya da Ekim başları. Münih'te bir gece bir pansiyonda kaldıktan sonra ertesi gün ögle saatlerinde trenle Strasbourg'a hareket ettik. Akşam üzeri Strasbourg garında olduk. Garın meydana açılan kapısının tam karşısında meydanın öbür kenarında, Hotel du Rene adlı bir otele yerleştik. Ertesi gün, resmen gerekmiyordu ama, eşimle birlikte ilk iş olarak, önce Avrupa Konseyi'ndeki temsilciligimize gittik. Temsilcilikte bizi iyi karşıladılar. Temsilcimiz Nihat Dinç Beyefendiye, Türkçe okutmanı olarak geldigimi, elimdeki yazıya göre bir kontrat imzalayarak göreve başlayacagımı söyedim ve bu konuda bana bir tavsiye veya uyarılarının olup olmadıgını sordum. "Yok." dedi. "Siz kendiniz anlaşıp gelmişsiniz; sizinle bizim bir işimiz yok." dedi; başarılar diledi; ayrıldık. O gün bir şehir planı alıp, gezerek şehri tanımaya çalıştık. Bir gün sonra da sabah saatlerinde yürüyerek ve tereddüt ettikçe yoldan geçenlere sorarak Strasbourg Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne gittik. İlgililere elimdeki yazıyı göstererek fakülte sekreterinin bürosunu buldum. Sekreter, oturmam için yer gösterdi; oturdum; beni beklediklerini; kontratımın hazır oldugunu; okuyup imzalamam gerektigini söyledi. Bir çekmeden çıkardıgı kontratı bana uzattı. Aldım, biraz okudum, bilmedigim bir kısmı latince bazı hukuk terimleri geçiyordu; birkaçını sordum; açıklamaya çalıştı. Sonunda, "Mösyö Gemalmaz," dedi. "Bu bir form kontrattır; bütün okutmanlarımız bunu imzalar; sizin için eklenmiş veya çıkarılmış özel bir maddesi yoktur. Bana güvenip imzalayabilirsiniz"  İmzaladım. Ama, hayret ettim; sekreter olacak adam bana benim dogru adam olup olmadıgımı anlamak için kimlik bile sormamış; pasaportuma bakma ihtiyacı bile duymamıştı. Bense, Türkiyeden ayrılmadan önce, Atatürk Üniversitesi'nde Türk Dili Asistanı olarak çalıştıgıma dair bir belgeyi, Üniversitede okurken aldıgım dersleri ve bu derslerden aldıgım notlarımı Fransızcaya çevirerek noterden tasdik ettirmiş; kendimi tanıtır Fransızca bir özgeçmişle beraber bir telli dosyaya bir güzel yerleştirmiştim. Dosya dizlerimin üzerinde hazır duruyordu. Sekreter "Tamam" der anlamında, "Ögrenmek istediginiz başka bir şey var mı ?" diye sordu. Ben "Bu da benim evrakım." diye dizlerimin üstünden aldıgım dosyayı kendisine uzattım. Belki ayıp olmasın diye şöyle bir ilk sayfaya baktı. "Yok." dedi. "Geregi yok. Biz sizinle bir kontrat imzaladık; siz bizden, biz sizden memnun kalırsak devam ederiz." diye ekledi. Dosyamı aldım; karşılıklı birkaç nezaket cümlesi ve teşekkürden sonra odadan çıktım. Artık bölüm başkanı René Giraud ile buluşma zamanı gelmişti. Türkoloji Enstitüsü'ne (/ Bölümü'ne) geldim. Koridor boştu; bölüme ait kapılar kapalıydı. Koridorun sagdan ilk odasının kapısını vurup girdim. Sag tarafta, o koridordaki ögretim üyelerinin posta kutusu olarak kullandıkları, kutucuklara bölünmüş bir raflı düzen vardı. Karşıda bir bankonun arkasında sırtı pencereye dönük koyu renk elbiseli orta yaşlı bir bey oturuyordu. "Affedersiniz, ben Türkçe okutmanı E. G." diyerek söze başladım ve Enstitü müdürü Prof. Dr. René Giraud'yu aradıgımı söyledim. Biraz beklememi söyledi ve Giraud'ya telefon açıp geldigimi bildirdi. Giraud evinden geliyordu; evi şehrin dışındaydı; gelmesi bir saat kadar sürecekti. Bir saat kadar dışarda eşimle birlikte, yeni yapılmış fakülte binalarının, parkların, onbeşer katlı apartman bloklarının bulundugu Esplanade caddesi ve civarını gezindik. Fakülteye döndügümüzde Giraud gelmişti; odasındaydı; kendisiyle tanıştık; Türkiyeden, Türkçeden, Enstitünün imkanlarından, Enstitüde yapacagımız çalışmalardan, okutulacak derslerden, ögrencilerden konuştuk...
 
 

VİP SALONU

ERZİNCAN'A NASIL GİTTİM

KILIK KIYAFET (1)

UFKUNUZ BU KADAR

YASAK KİTAP



 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 



[ Efrasiyap Gemalmaz'ın Sayfası ]   [ Özgeçmiş ]   [ Yayınlar ]   [ Dilbilimi ]